31 Aralık 2012 Pazartesi

Dilemma en fazla ölürsün*



  Dilemma, sana çocuk kal diyeceğim.. bilmiyorsun uçurtmaları da vuruyorlar.. ama büyüme, doğdun bir kere hiç değilse kadın olma! büyüsen, kadın olsan Dilemma, en fazla ölürsün*.. en fazla onlar yaşar ama sen en fazla ölenlerden olursun.. Aşkları vuruyorlar Dillemma, aşıkları da.. Aşkın vurgunluğu hissin yüceliğini anımsatmıyor artık, kıskançlık,kin, namus,reddedilme yüceliği.. Vurgun yemek hem karada hem denizde mümkün.. öyle cümleler kuruluyor ki Dilemma, nefesin kesiliyor, yüreğin, bağrın, kalbin ne koyduysan adını insan olan yanının, patlıyor.. gözünü kan bürüyor, sesin çıkmıyor..
  En fazla ölürsün Dilemma..
ölenlerle ölürsün, onlarla bıçaklanırsın, onlarla yersin tekmeleri, onlarla birlikte hasır altı edilir, onlarla birlikte susturulur, tehdit edilir, yaftalanırsın..
Sen bilemezsin Dilemma, kiminle arkadaş olacağını, kimi sevebileceğini, kime hayır denmeyeceğini, kime göz yumman gerekeceğini, kime susacağını, kime güleceğini, kime nefes alacağını.. onları da dinlemezsin oysa onlar en fazla yaşayanlar.. oyunlarına katılmazsın.. senin tek canın var, istoooop, yandın Dilemma..
sen yanmazsan, yakarlar.. bir namlu ucuna bakar canın, dokuz bıçak darbesine.. senden rızasız bedenini yoklayan eller, fermanını yazar..
gülmek istersin sen, şarkılar söylemek istersin, dünyada sevecek bir şey ararsın, yaşama gebe tomurcuklar açarsın.. bilemezsin.. darbelenmemişsen sıra sana gelmediği için, o an, herhangi bir zaman, o yerde bulunmadığın için, o insanı tanımadığın için yaşarsın.. canın tesadüflerin ucuna asılı.. kördüğüm kalırsın.. yaşamak böyle bir şey değil diye düşünürsün sen, işte onu düşünme..
buralarda ve oralarda yaşamak böyle bir şey..

bu kadarını sözledim ben, doğma diye, gelme diye, kadın olma diye..
Edebiyat dediğin nedir ki? kimin, kime duası, bedduası olacak töreye,tecavüze, tacize, cinayete lanet romanlar.. kimin tetik parmağını taş kılacak.. senin yüzüne sıçrarken kezzap, kimin kalemindeki mürekkep katillerin göğsüne dolacak?
yazsalar sana Dilemma, daha çok yazsalar.. adını değiştirseler, N.Ç olsan, Gülşah olsan,Hatice olsan,Amanat deseler sana, Pippa olsan sen gayretle doğar ve en fazla ölürsün*..




* TANIMSIZ

3 Aralık 2012 Pazartesi

Hayat biz yaman çelişkiyiz..

Hayat, sen misin?
buradan gözüme çok geç göründün, kaçımdayım demiştin? Kaç yılını ölü geçirdin? Ceset sayılmayacak kadar tazesin, kokuşup, kurtlanmışlığına çare ne senin?

taş yutan çocuklar gördüm "hayat işte" dediler,  canı bezginlerle, can çıkarıp huyuna katanları gördüm "hepsi hayatın içinde" dediler,yoruldum, bunaldım "hayattan vazgeçme" dediler, oturdum, komşunun tavuğunu geçip, gırtlağına kadar batmışlığına yordum kafamı "hayat kısacık" dediler, bir eğlenceler, düğün dernek, festivaller, yeni doğan bebeler, gün dönümleri, güneş batımları, bardakta tavşan kanı çay,ebe sobe çocuk oyunları, bayram nidaları, davul tokmakları, konserler, film açılışları, aşıklar, dilekler, çeşmeler, çaputlar, kuşlar böcekler, tekmili birden "hayat dolu dolu" dediler, boğaza nazırlıktan ziyade iki yakasını bir boğazda ilikleyenler "hayat güzel" dediler -hayatım sen benim güzel-elim misin ?- kör kurşunu yiyenler, felek denen çemberde elenenler, az konuşanlar, pek bilmezler, sesi çıkmayanlar, yakın arkadaşların kader, kısmet ile arası açık olanlar "ben hayatın taaaaa ... "dediler, "oku da hayatını kurtar" dediler..  çok okuyanlar dellenip, demlenip, dillenip "hayat boktan" dediler.. soracaklarım vardı ben de kalkıp sana geldim..
 Hayat, sen kimsin?
  Adi-l misin?
Hangisisin?

şimdi buradan pek de masum göründün.. hayat seni düşürüp, ilerlediğine kötü yol diyen kimler? hayat, anan baban ne iş yapar? bir de piç misin? biz bir yaşar'ı biliriz. yaşar oğlun mudur? Yaşar'ı neden kız doğurmadın, yoksa adını kulağına sen okumadın da, bi oğlan yaşasın diye mi okudu onlar.. Onlar kim hayat? Sende oğlan doğmak önemliydi, öyle ki "Hayati" konulabildi oğlanların adı. Durum bu denli vahimdi ancak oğlancıklar için de yer yer pek tekin değildin.
 Elalem senin kimin?

şimdi çok yakın göründün, sakil, sanki bu ka-la-balık senden değil.. Hayat, çekilir misin? Tutsam elinden ben nereye, sen oraya gelir misin? Yoksa sana gelen mi benim? An be an seni doğuran ben miyim? Acıktıkça memelerimi dişleyecek misin, sütüm yok benim, hiç olmadı, kanımı emecek misin? Açıkta kaldıkça ben üşüdüğüm sen değil misin? Özgesi, cümlesi senden değil de nedir? Neyden yapıldın sen, malzemen nedir? göremediğim havanın kimyasına, ilmine ulaşan ben, seni bilinmez, bulunmaz sanabilir miyim?
Çekilir misin zaman ile hesaplaşmamın arasından, bana bir suçlu gerek.. Bulup katletmeliyim.. bunu öğrendim ama kimden, senden değil.. senden değilse bu olanlar kimden? kin bileyen ben miyim, biz miyiz boğazlayan yaşamı,Yaşar'ı biz mi adlandırırız, ben mi çalıyorum sübyanların lokmalarını, deliren, devinen, dövünen, dövdüren biz miyiz? gülleri ben mi dererim, ben mi keserim kuzuyu sütken, sonra biz miyiz inci gibi yalan dizen, celallenen, hak dileyen, hak eden, Hakkı içimizden biri peki hak biz miyiz, cezaları biz mi yazarız, prangalar bizim dilimiz mi, ben miyim yol geçit vermeyen, kayalar yuvarlayıp gidene"dur" diyen, emzikleri çalan ben miyim, süt mü bozuk, ekşiyen biz miyiz, çiğ süte yüklerken insanoğlu muyuz tekmilimiz birden.. hayat sen ben misin, biz miyiz? bendim değil mi? onlardı? her söze iliştirilendin sen, sevince bendim, sayınca onlardı, açıyorsa bir gül, ektiğimden baktığımdan, solarsa küserse kurursa senden.. gidersem tırnaklarımla kazdığım içindi yoo yooo parmaklarımı koparan değildin sen, onlardı, bendim. ipleri salan da bendim körpe boğazlara dolayan da, başkası nasıldı, nasıl olurdu bilmeyendim ben, düşünmeyendik bizler.. sende kusur yoktu.. salyalı, köpürmüş ağızlarımızla adını bile biz koyduk, tepinelim diye içinde.. gıkını çıkarsan boğuverirdik seni o anda, orada..

 d-üzüldün d-üzüldün yine de sen herkese bakir, kadir misin? olabilir misin? Lütfen..

30 Kasım 2012 Cuma

...............................................

sandık..
doluştuk içine..  kimimiz düşenlere ağlamayanlardandık,  savurmadıysak bir tekme dizlerimizde derman olmadığı içindi..
küstah, ukala yaratıklardık.. kımıl bir yılan mevsimlik uykulara yatardı içimizde, bu dilimize bilgelik, gözdelerimize korku katardı.. cesaret pozlarında, başımızı katiyen 30 derece açıyla sola yatırmayanlardık.. gülümsüyorsak, önümüzdeki her ne ise an be an çürüdüğünü biliyor olmamızdandı.. sesleniyorduk içimizden "Ahmak! Hey ahmak" sessizliğe yanıt verenin yalnız biz olması da koymuyordu.. kimimiz seçmelere katılmayanlardık, en birinci kim yoklamalarında sürünen şanımız, bir çeşit övünç kaynağımız.. yanılanlar için ipe sapa gelmez kahkahalar savuranlardan da değildik.. yüzlerde kapanan kepenklere dalıp, afili dumanlar üfledik yalnızca.. kimimiz kimsemiz yoktu kaybedebileceğimiz, anlamaya çalışanlardandık..

sonra bir baktık..
birileri o yollardan dönmüşler.. işte buna katılarak gülebilecek olanlardandık.. sen gidiyorken ben dönüyordumcuların, ne diye gittikleri yerde kal(a)madıklarını düşünmeye başladık.. kimimiz bilmeden uyuyamayanlardandık, rüyasına kadar çizip, dikip.. sanrılaşmaya başlayan bilgeliğimiz ışığında çok beşer uyuttuk, ayılttık.. üstüne vazife almayanlardandık, sütten kesilmişliğimizin ızdırabına saydık, çeyrek bıraktık.. arsız, hesapsız yaratıklardık.. kimimiz kime yaltaklanacak olsanız her birine taş çıkartabileceklerdendik..  beşik dandik olmasa, beşer şaşmasa ne kum olurduk, ne sır ayna..

anladık..
kimdiysek, kim idiyseniz ..
şu kadardık
.
.
.


22 Kasım 2012 Perşembe

Lunapark Kapandı


kırılmış süt dişlerimden, kanayan damağımın rezilliğinden sesleniyorum sana
imlası bozulmuş parmaklarım, kemirdiğim ellerimin utancında yazıyorum

dilimi kırdığın yer burası, usulca ya da ani kopup gittiğin, yediğin, yuttuğun, kustuğun.. bana hiç dokunmadığın, saçlarımı taradığın,avuçlarında ayaklarımı ısıttığın, çarpmayayım diye bir duvara mıhladığın, üzmediğin, hiç yoktan saydığın, sustuğun, yalan söylediğin, dua ettiğin, fahişelerin koynuna uzandığın, "kızım" seslendiğin, aklımı harcadığın, sarıldığın, bulantılar yarattığın, köpekleştiğin, uysallaştığım... burası çok karışık..


"hadi baba gene yap, gene yap, baba gene yap" hadi en büyük sen ol ve korkut beni..

cam gözlerini kırdığım zaman şuan, çizgilerine üzülmediğim, yaşından korkmadığım.. yaşamın usturasını sana doğrulttuğum, seni ezdiğim, paramparça kaldığım, papatya tacımın bozulduğu, pazar sabahları uyanmadığım, avuçlarımı toprağa kapakladığım, duaları unuttuğum, kanatların kırıldığı, Adem'in elmasına bir ok fırlattığım.. zaman şimdi vahşet..

"bana bir masal anlat baba", içinde piçler, fahişeler olsun..
içinde sen ol..




*Yaşar kurt-Hadi baba Gene Yap
** Yeni Türkü-Bana Bir Masal Anlat baba

24 Ekim 2012 Çarşamba

sapıtan okumalar..

bugün sana yalın-ız geldim.. iz sürdüğüm masalın bir varmışına dayandı yolum, sana çıktım..

kurdu kendi halinde bıraktım, büyükannemden kalanları gömdüm..( kendi sorumluluğumu doğru yoldan yerine getirmeyerek ormanın içine dalan, kurdun aklını çelen bendim. kırmızı başlığımı çıkardım ve emniyete cinayete azmettirmekten teslim oldum) karganın peynirini eksik etmedim, tilkilere musallat oldum..(tilkiyi nasıl olur da dişi seçmemişler hayret ettim, sonra anladım ki hikaye kurnaz olanın tarafındaydı, böyle ışıltılı bir zekayı dişiye yakıştıramamış olduklarını anladım) şekerleme evi yedim, kırıntılara dokunmadım, erkek kardeşimi aç gözlülüğüne teslim ettim(aç kaldığımda cadılardan çalmamı öğütleyen bu masalı, çocukları hırsızlığa teşvik ediyor gerekçesi ile şikayet ettim).. kurbağayı öptüm, prensi nehrin kıyısında narkissos öyküsü için hazır bıraktım..(rtük bazı sahneler nedeniyle ceza yazdı) sonra ben de başka bir prensi üzdüm, elmayı yemedim, yedi cüceleri rahatsız etmedim..(beyaz atımla gezindiğim ormanda cücelere eğer ağaçları kesmeye kalkarlarsa baltayı uygun şekilde kullanabileceğime dair not bıraktım) iplerimi eğirdim, uyudum,alarmım çaldığında uyandım..(uyuyan güzel olunmuyormuş, yüzüm gözüm şiş) binbir gece şarkı söyledim, hükümdarın yakutlarını yürüttüm, altın tozuyla sonsuza uyuttum..(kendisinin bağımlı olduğunu anlamam bir bakışımı aldı ancak olay biraz uzasın istedim ayrıca dönem şartları gereği bakire katili hükümdarı öldürmemin nefsi müdahafaya girmeyeceği konusunda bilgi sahibiydim)  Şahmeran koydular adımı, Camsab'ı ilk sözünde zehirledim. (içgüdüsel olarak yılanı ve yalanı tanırım. adamların her sözüne inanıp, sonra taşları ayıklayınca insanoğlunun ihanetinden dem vuran kadınların içlerini oyup güdüleri ile oynuyor olabilirim, yalan değil) Tutiname'ye sızdım,  Said'e vardım, cinsiyetçilik dersleri verdim..(ayrıca kendisinin deniz ticareti konusunda o kadar da dürüst olmadığını, her limanda beyaz,siyah, melez ayırmadığını öğrendim)  gece on ikiyi geçti, başka bir prense dolgu topuk ile platform topuk arasındaki farkları, bir kaç makyaj hilesini uygulamalı öğrettim..( zavallım adına düzenlenen "prensesi seç" balolarından oldukça sıkılmış, o prenses olmak istiyormuş ancak annesi sütünü helal etmiyormuş,acıdım) kulede beklemekten bunaldım ve saçlarımı kestim, cadıya peruk yaptım..( hayatımı kral olan anne ve babamın cadının bahçesinden çalmayı hak gördükleri marul yaprakları için harcayamazdım, ayrıca masalın bu kısmına hiç değinilmediğini fark ettim.. bu masalda zenginlerin çalması pek sorun değildi biri çıkıp bu ayıbı temizlerdi,bu nedenle komünist oldum)
canavar'ın evlenme teklifini kabul etmedim, o yakışıklı olamadı diye aklını yedi, şatodan kaçtım,babamın evine dönmedim..(  zamanında bir kötü cadı onu canavara dönüştürmüş de neymiş, olay şundan ibaretmiş zamanında kızın birini çirkin diyerek terk etmiş sonra da bedduayı almış.. kendisinin teklifini kabul etseymişim yakışıklı, zengin prens olacakmış.. zaten masalın güzeli benim, iğneli epilasyonuydu, sarı saç boyasıydı, dip boyasıydı, manikür, pedikür, pilates, yoga, liposuction, -90-60-90, hokka burun, dolgun dudak, ince bilek,bel gamzesi, boyun eğrisi- estetik ameliyatlar zaten bir  servete mal olmuş. Madame de Beumont'a not bıraktım. "senin yüzünden çirkin adamların yanında fıstık gibi kızlar çifter çifter kavruldu")
Kibritçi kızı okula yazdırdım, ona medeniyet tarihini anlatıp, düşleri sobada yaktım, anarşist oldu. (yoksulların kendi kaderlerini! sahiplenip, soğuk yataklarında sımsıcak düşler içinde öldüklerine inanmamızı isteyen ve kibrit satarak hayatını kazanmak zorunda kalan bu kızın ölümünü annesinin azarlarlarına itekleyip yılbaşı gecesi aç ve açıkta kalanları düşünmeyen göbeği yağ kesmiş amcalarımızdan söz etmeyen Andersen'ı, masumu cezalandıran başka acınaklı masallarında taciz ettim)


yolu utandırma, bana bir masal anlat..

13 Ekim 2012 Cumartesi

ba(k)kış


bayım size,
gürül bir şelaleden,
bir dağın yarılma halinden..
söz e diyorum,
sesim yetişmiyor mu ?

siktir edin!

bayan size,
hani olur da gerdanınıza yasemin iliştirip,
bir buse çalmaya
niyet e diyorum,
duam erişmiyor mu?

siz onlara uymayın!


sonra sonra durulurum kim bilir?

ellerim üşüyor, "tehlikeli" diyorlar.. yitirebilirmişim.. yani bir fincanı tutup şöyle, sarılamayabilir.. yani bu yüzünüzün haritasının da silineceği anlamına gelebilir elbet.. ilmek ilmek dokumuştum avuç içi atlasıma.. yükseltileriniz için hayat çizgime gedikler açmayı iş saymamış, suskunuz dilediğince kalp çizgime dokunmamıştım.. siyasi ve coğrafi şartlarımız neticesinde; benim ellerim... yani şimdi üşüdükçe, - bu denli bir cezayı hak edecek ne yazmış olabilir ki insan- bütün o anlar ve anılar toplamımız yok sayılacak.. hayır üzülmedim, kırılmadım, kızmadım da.. zaten ben pinokyo masalına evvelden inanmazdım..  bir şey dokunur gibi oldu bir an, -hani yüzünüz vardı ya avuçlarımda, hani iki elim yan yana geldiğinde,ben bir ayna sanıyordum ya-  yaz muhalifleri baskın çıkmışlar.. havalar soğuyor, "hissizleşeceksin" diyorlar.. yani aba ya da ipek farkedemez, biçemezmişim değer..yani  bu öngörü karşısında ister istemez titriyor dalımda bir yaprak..  pamuk iplikleri ile bağlamıştım dileklerimi.. bizim adımıza beni susmayı marifetten saymamış, yazgının  tek bir notasına parmak basmamıştım.. hurafelerimiz ve umutlarımızın çıkmazında benim ellerim.. yani şimdi soğudukça- bu denli kuyuya Yusuf'u kim atacak-  bütün o masallar ve şarkılar sökülmüş olacak.. hayır ağlamıyorum, hıçkırmadım, o düşen de bir damla... zaten ben porselen bebeklerin kırılgan olduğuna hiç şahit olmadım..  kış çöker gibi oldu bir an- hani ağaçlara uzanır ve şakırdık, ben ellerimden bir kırlangıç koşturur, eş sayardım size ya-  meğer mevsim geçmiş, kuşlar göçmüş yalnızca..

sen bana aldırma, bu dokunaklı gibi görünen şeyler, hepsi hepsi paçavra..
"ellerini uzat" dediler..
aklıma sen gelsin sonra..

8 Ekim 2012 Pazartesi

*


ölüm gibi bir şeydi,
ne oldu ne bitti anlamadan,
yine de bularak yıllanmış soruların yanıtlarını..
nasıldı, kimdi, neredeydi, ne zaman gelirdi
konuşarak mı susarak mı yalan söylerdi?

ölü gibi bir şeydim,
duymuyordu/m, görmüyordu/m,
durup gitmez kalp çizgisi,
susup yitmez yaşam ezgisi..

beni o odalara yaşatmaya yatırmışlar,
öyle dediler
kollarımda menekşeler..
yitebilir aklım beyaz odalarda,
vurup duran yağmur olmasa camda,
canımdan kopabilir,kuşanabilirim..

ölü bir şeydi zaman..
anlıyordum..
ve beni o odada yatırmaları için daha çok neden biliyordum, gitmedim..

3 Ekim 2012 Çarşamba

27 Eylül 2012 Perşembe


dedik ki:

dinle(n)meliyiz
çağrı ezgileri beşiğinde..

biz us(ul)uz
bekleyişlerin erdemine kurulmuş
suskunun ilmine karıyoruz şarkılarımızı..
günü taşıyor,
ve aşıyoruz geceyi
kımıltısız..

göğe erişen yol
çilede
buğuda
ve
dumanda değil

esrarı yok

(d)uyuyoruz
şarkımız yol
yol biz

(zam)anın hazzına varmış,
ayrılırken rüyadan
var dilince çağırıyor gök

gel-yürü-gel
kımıltısız

yeniden








esrar: (Arapça) sırlar

Fotoğraf: tumblr.com



ve bir olacağız




dedi ki:

beni tanıyorsun
bir adayım,
kara parçasıyım..
Atlantis benim bedenim..
rüzgarı ve abı bildim
ve dinledim kadim öykülerini yer kürenin..
bir mütevazılıkdır yaşam..
bahşedilmiş olanı kabullenme coşkusu
ve bölüşmekten duyduğun haz..

seni tanıyorum
sen yürüdün önce ve inancına vardın birliğinin alemle,
bunun için yalnızca yürüyüp, büyümüş olman gerekse de,
sadakati öküz bırakmadığın için
şimdi birlikte,
üstümde yürüyeceğiz..
yerin ilmini bilen başını indirme
göğü anlamaya gitmeliyiz..
seninleyim..
hep seninleydim..

dedim ki:
Sana aşığım..
Sana ve bana..
ve BÜTÜN olanlara..








Fotoğraf:tumblr.com










benimle bir dokunacak





dedi ki:
 
önümden yürü,
beni gör ve iz sürmeyi öğren,
önce iz olmalısın sen..
iz, yola sadakat etmek..
yoldaşların bacaklarını tanı,
dinle adımların bastırdığı toprağı,
öğrenmelisin
“neden” izin verdi gezinmene..
gözlerini asla yere düşürme,
yolda değil yol olmalısın sen..
yol, farkına varmak ötelerin..
önümde yürü ki;
ardını bil, nereden geldiğini..
kulaklarını sal rüzgara
önce işit ve sonra,
duyurulanları savurmayı öğren..
bilge değil bilgi olmalısın sen..
bilgi, yaşam-ak nedeni..

adımla, yürü..
dönüş ol şeye.

 
 
 
 
 
 
 
Fotoğraf:tumblr.com

20 Eylül 2012 Perşembe

büyü





şimdi o büyü-müşse,


bir oğlan çocuk ya da kirpiklerinden kıvrımlı bir körpe..
eskil dilleri yitirmemiş olsak ne güzeldi,
katlansaydı her bir ses içinde anlam..
hatlarını okuyabilseydim tenin
ve yaşayabilseydi göğsümde çiçekler
süt akıtabilseydim ben mürekkep yerine


geçmiş zaman gereklilik çatıları bugün yaşatmıyor

ciğerim yetmiyor mu da çiçeklerin canına davranıyorum ben
soğurmak diye büyülü bir sözcük vardı kadının dilinde


"çiçek dediğin kapalı durur.
yoksa vaktini soğuruyorlar saatinin ya suyla ya karayla, bütün sevgililer."


ezberleri lokmalık yeseydim tıka basa olmaz,
usulun yazgısını kırmazdım bir lanet
dehlizlere inmek ne güzeldi
su şarkısı ve Ayı'ın şavkında varılırdı gizlere

geçmiş zamanın edilgenlik çatıları bugün yaşanmıyor

kavanozları kırık diye mutfağın gerdanımda mı taşıyorum ben
her gün yaşatan bir dize kadının dilinde


"bir kavanozun içinde mavi bir gül
yetiştir her gün daha çok yaşayan."



şimdi o büyü yitmişse,

onda sarılı duran çiçek
bende sarmaşığın çiçek buğusu
ah eksiği  ne'm var
ben bir oğlan çocuk ya da kirpiklerinden kırık körpe





Fotoğraf: tumblr.com
Alıntılar: Nilgün Marmara ve Lale Müldür

8 Eylül 2012 Cumartesi

sar-dunya


   
   

   Sardunyalı bahçede oturmuş, fal bakmalık fincanları evirip çeviriyoruz dudağımızda, sanki içimizden geçenleri söyleyebilsek, gösterecek fincan bize ne var ne yoksa.. sonra geceden söze başlıyor o.. Kaldırıp başımı hilal kalmış Ay'ı selamlıyorum.. Sonra sözü alıp bana geliyor
  " Var senin bir şeyin. anlat bakalım"
  " Yok benim bir şeyim"
  "Var" diyor. " Ben anlarım, ben seni hep ellerinden anladım, en çok onları gizledin, kolunu açıkta bıraktın, göğsünü açıkta bıraktın, kalbini açıkta bıraktın ama ellerini gizledin.. Onların bir sırrı var işte onu demedin. Ne zaman bir şeyin olsa gözün parlasa inceden, süzülsen, yani kopuyor olsa içinden bir şeyler, parmakların ayrılır eklemlerinden oraya buraya konar durmadan, hani gölgesi vursa uçtu uçacak bir kuş sanırsın. Sonra kanadı kırılır gibi olur, süzülür, içinde aradığını bulursun. Ellerin acısı soğumuş bir ana gibi durgun olur, ama ulur ha bire.. Parmakların ulur.. Anlarım.. Al işte ellerin yine.. Fincanı tutar gibi yapan, fincandan ev kurar gibi yapan, işlek kımıldayan ellerin.. ben sana tehlikenin geleceğini de ellerinden sezerim."


  Bakıyorum ellerime, kısa kemikler, yitik tırnak uçları,kıvrımlı damarlar... Bakıyorum da, ben neden göremiyorum gelecek tehlikeyi, ben elleri..

"Yok bir şey" diyorum..
Benim olan, eller, im, aitlik ekleri..

  Göremiyorum, fal açılmıyor. Bahçeye bakıyoruz; sardunyalar, köşede dinlenen bir salyangoz. Belki içi yok, belki ölgün, kurumuş...Beynimde patlayan deklanşör sesiyle birlikte geliyorlar birden;  kayıp bir fotoğraf albümü, öpüştüğüm çingene, kartuşsuz daktiloya yazılmış bir cümle,panoda aşık olduğum yalnız fotoğraf, bir şarap sözü,hoşlantı... Taşlar oturmuyor, dağılıyor bir anda.. tek bir ses ile..

  Sonra yine konuşuyor o "İçini sustur kızım, için kavruk bir bere.. İçinin izini sürme kimselere.. Seni ilk gördüğüm gün dedim'yarası bol bahtı güzel', öyle şey olur mu deme, olur. Bazı insan acının tadı ala ala, bile bile, sindire sindire kendini bir kelebek kor sonunda. Sen kelebekleri de sevmezsin ya yine de börtü böcek aklına bunu da sok.. Öyle acısıydı, tatlısıydı yaşadım da  geçtim diyemezsin. Acımışsa için acısındır artık, kavrulduysan kavruk.. İçinde dönüp duran hergele bir kuş, her çarptığında kafesine nefes verme, nefes al. Söylemişti dersin, senin bir gizin var, senin.."

  Dolu gözüm, yüzüne bakıyorum. Onun bir yüzü var; zaman zaman atlasa benziyor, zaman zaman yalnızca çilekeş bir kadın portresi. Elimi uzatıyorum ellerine, dizine koyuyorum neden sonra "Uzanabilir miyim biraz? " Gülümsüyor, dişleri yok. Utanmıyor, alabildiğine gülümsüyor. Daha bir seviyorum ona bakarak olmayı. Kucağına uzanıyor başım.

  "Benim" diyorum. Başlıyor yüzüme bir şelale inmeye, biri şarkı mırıldanıyor, fincan kapaklanıyor birden dudaklarıma, üstünden balıklar zıplayarak geçiyor. Bir kuş sesi seçer gibi oluyorum  uzaktan, daralacakken içim yine, çağıldıyor şelale, daha bir yükseliyor şarkı..

  Sardunyalı bahçede lamba sönüyor, ben uyuyorum..
O, rüyalarımı da duyuyor..








Resim: Silver Valley

4 Eylül 2012 Salı

beklerken acılaşır bazı şeyler..



zamanı sarmaşıklara böldüm,
sayıyorum..
çayımda dem,
gel!







safran çekti, lekesiz ..

24 Ağustos 2012 Cuma

bakar kör görmeye niyetlenirse..



bak o bir ağaç,
bak o dans eden bir varlık,
o kollarını açmış bir kadın,
o yangın yeri,
o tapınan,
tapınak

bak o ters ışık,
bak o gün doğumu ya da batımı,
o sinapsis,
o paramparça,
o bütün,
çığlık


ben bir insanım
bu kadar

19 Ağustos 2012 Pazar

Erken kalk! biraz yol alalım..



beni bırakmış olduğunuz yerleri anımsamıyorum
yoksa
kendimi kaybetmiş değilim..






Fotoğraf: favim.com

7 Ağustos 2012 Salı

Eder




yüzümde bir kır var,
ve bir karaca su içmekte şu an dudağımdan.
bak göz bebeklerim birer dehliz,
ametist yatağına açılan..

-shutter-

yüzüm bir avcı
ve işte sol gamzem her an gerilmeye hazır bir yay..
objektifi bana her çevirişinde,
kirpiklerim sana doğrulan oklar..


-flash-
kamaştı ve karıştı yüzümde yeşeren orman..


sen yabancı, körlüğünde bulduğun et ve kemik sureti kıldın beni,
çektiğin fotoğraf,
yüzümü tutsak ettiğin sonsuz -zam- an..














Fotoğraf:  http://photographersweddingsss.com/

2 Ağustos 2012 Perşembe

Gün Ayması







perdeyi açın,
bu karanlık kör,
köreliyor hafızzaman..

dışarıda bir dünya,
rengarenk


yırtılır göz,
bu karanlık hayra zalimiyet..
açarıM,

içimde bir dünya,
rengahenk



Fotoğraf: Favim.com

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Dilemma

Artık doğma Dilemma,
Bir Endülüs Fahişesinden isim devşirmeliydim,
bir kavim göç diler, tarihin tozunda yitebilirdin..

Dilemma sorma, sen benim doğmayacak kızım mısın?
ya ben rahmimde seninle doğdum diye mi kaçıyoruz biz mahşer yerinden? bu dünyada başka zaman yaşanmıyor mu da...
dönüp bir gün soracak mısın "biz kimden kaçıyorduk anne"*

sana atlılardan, meşale avcılarından, sana efsun doğmaktan, kazan kaynatmaktan, yıldızların dilini biliyor olmanın bir lanet olduğundan... Dilemma seni aslında hiç ama hiç istememiş olduğumdan, beşerlikten sıyrılamadığımdan söz edebilecek miyim?

Dilemma sana, zehirli hafızanın sarmaşıklarını çiğnemeyi öğretebilecek miyim? ve yine hayatta kalabilmeyi..
  sana kan kusmanın yalnızca bir deyim olmadığını,kadınsan; kediden daha can sahibi olmayı... Dilemma sana, yürüdüğümüz yolların mezarımız olduğunu, şarkılarımızın yalan olduğunu, adımızın fahişe kaldığını...
Dilemma ben sana, kadınların işkence kabul zamanları olduğunu, o zamanların bir ömrü doldurduğunu anlatacak mıyım?

hafıza, o zehirli sarmaşık!
bazı hayatlar mezarsızdır, onları ölülerle karıştırma..

diri diri toprağa gömülüp, üstlerine karnıbahar ekilmiş olanlardan söz ediyorum sana . Dilemma sana, körpe boynuna  urgan geçirilmiş, pazarlarda gezdirilmiş ve bir tavana mıh edilmiş candaşlarından söz ediyorum!
yedisi birden minibüs kasasında sele kaptırılmış,Etiyopya' da tükürüğü ile beslediği bebeğini, iç organlarını kuruyuncaya dek emzirmiş, inşaat temellerine harç edilmiş, rahimleri kesilmiş... Dilemma sana, otoyollarda teşhire verilmiş ve bacakları oluk oluk irin,yüreği kurtlu, sana lale başı taşlarla ezilmiş candaşlarından söz ediyorum.

 Dilemma sen çok yeğnisin, tazesin..
sana salya akıtan, apış arası sırılsıklam, sana bıyıkları yeni terlemiş elleri beden yoklamaya uluyan... bir gıdımlık canını parmakları ile alacak, her adımına bir tekme savuracak, belini büküp, sözünü küfre yoracak...
Ah Dilemma, sana onlardan "kim" diye söz edeyim?

   sana milyonlar açken, çatal tutmanın inceliklerini, sınırın dibinde saçı göründü diye taşlanıyorken bir kadın, göğüslerinin dik ve diri kalmasının yollarını, kırkında bir taş olmanın seni mutlu kılacağını... Dilemma sana bebekler aç ölüyorken, güzellik uykusuna yatman gerekeceğini, gülümserken dudaklarının kaçta kaçını göstereceğini mi öğreteyim?
   Dünya her an ölüp, yitiyorken ve dar zamanlar yaşanıyorken; meraklarını konuşmak için öncelikle onlar kadar acı çekmiş olmanı bekleyenlerden, dile düşmeyen konuları eviriyorken;yasaklanmış kitaplardan... kadın adının çizildiği medeniyet tarihinden... renklere, kile ve mürekkebe boyanmış parmaklarının kırılmasının dilenip, tandıra kütük atmaya yetiştirilmen istediğinden, Dünya'ya değil, soğan kavurmaktan ağlaman gerekli görüldüğünden...

Dilemma, tek gereken hayatta kalmak iken senden tüm beklenenlerden nasıl bahsedeyim?









*Biz Kimden Kaçıyorduk Anne- Perihan Mağden
    can yayınları

31 Temmuz 2012 Salı

kalp şakırtısı


seninle yıldızlardan beş taş oynayalım,
biliyorsun bir karınca kadar küçük ve güçlü olabilirim sarılmak gerekince.*

mutsuz kadınlara zaafım var anne,
kalbi kırık..
kalbi "var" kadınlara..
belki bağrına taş basmayı seçtiğinden,
korkuluk kadar can var bende..
biliyor musun bir kadın "kalp" dediğinde sırtım poyraza yenik bir pencere..
kaburgalarımın acısından anne,
acıdan,
her kalp sesine hülyalı kapılmalarım var..
belki sen amazonları bilmediğinden,
sol göğsüm "yok" sayıyorum ben de..

bilmelisin ölürsen diye değil de,
kalbini kırarlar da ya çatlarsa altın kasen;
çaaaatlarsa bir kadın kalbi orta yerinden diye,
ödüm koptu,
kopuyor yine..

beni böyle dikiş tutmaz, kervan geçmez, özlemekli doğurmamalıydın belki de..


30 Temmuz 2012 Pazartesi

:)

aşk, kılık değiştiriyor,




yerini değiştiriyor da,
yitmiyor..

27 Temmuz 2012 Cuma

sus pus


sis altında canlar gözetiyorum,
kar-altında  bir kuş severek..
-ona bir ad koymayalım-
dalın yalnızlığı kırılıyor,
görüşümü kuşkulayarak..
üşütüyor diyorum,
kar..
-bazen her söz us yanılgısına delalet-

pus camda yuva açıyorsun,
gözbebeğine öykünürken mercek..
-renklerin gürültüsüne kanmayalım-
ufkum dört köşeye sığışıyor,
ezber sözcükleri ayıplayarak..
üşütüyor diyorum,
kare..
-bazen her şey göz yanılsamasından ibaret-


Fotoğraf- Sercan Ökten


Hakka niyet





çocuktum, izinsiz bahçelerde gezindim.. her kopardığım kiraz için ağacından özür diledim.. küsmedi, bir başka yaz aynı dalda hediyeler getirdi. şimdi bu şekerli kirazlar yabancı geliyor bana.. özür dilemeden avuçluyorum diye, belki de.. yiyemiyorum üstelik.. oysa dişiliğin tacı kiraz suyuna boyalı dudaklar..
bahçelerde izinsiz gezebilirim elbet, bir çocuğu içime hapsedemeyecek kadar geniş bir coğrafyası var düş yolculuklarımın.. başlı başına bir çocuğum hala.. ama bir kiraz alıyorsam daldan, ağacın haberi olmalı bundan. rızası olmalı bana ve özür dileyebilmeliyim, neşelenerek gelişinde bir sonraki bahar..

adımlar, korkaklar

dem koyu bir masal aklımda.. sözcükler, kağıt yüzüne düşmeye istemsiz, dönüyor dilimde.. dökülmüyor.. sonra bir şehir.. elleri, gözleri olan.. keşfine vardığım ama adım korkağı.. izliyorum.. iz, söz olmuyor.. yakışık almaz, alaca duruyor.. susuyorum.. 
içimde şu cümle dönüyor;
"orada bir çocuk, köpeklere taş atmayı öğreniyordu"


sonra işte her şey karışıyor..

.



bir kızım vardı, ellerinin esmerliğini düşünüp çamaşır suyuna yatardı. bir öykü için doğurmuştum onu..
o zamanlar kılıç ustası bir kadına aşıktım ben, hançer bilemeyi sevdiğimden. Kadınım, kılıçları kendinde denerdi. Salt acılı gösterişleri sevmez, derine uzanır, içini kılıcından seyrederdi. ustaydı.. ben cesareti sınamayı bilmediğimden yalnızca severdim.. bilenmekten incelirdi hançerim.
o kız, ağaç kavuğu olacağını düşünürdü.böylece alt edecekti tenini.. ben buluşmalarını istemedim  ama orman derindi..
Kadınım bir ağacı insana yontuyor;kız, bir ağaç olduğunu düşünüp,biçilmek istiyordu..
ben kızı doğuruyordum sürekli, düşük bir öykü için.. O sadece düşündüğünden yaşayamıyordu. çamaşır sularına yatıyor, beyazlıyordu.. kadın, kılıcı ile öyküyü biçiyor ve kıza denk geldikçe, alından çalıyordu.. kız, kanı çekildikçe beyazladığını düşünüyordu. Tenini alt edecek, beyaz olduğunu..
bilenmekten yitince hançerim, sevgiden de kimseye söz etmedim..

öyküden kılıç ustası kadın kurtulabildi..

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Daha Yavaş


Deniz yoklamasında, ölü bir kayık .. Adem sunağı boyanmışçasına kırmızı.. yedi yerinden bıçaklanmış..
tırnaklarını boyamak geçiyordu aklından sanki.. bilye gözlerinle, kan kokusundan ürkek bakıyorsun.. ko-r-kun bana bulaşıyor, yengeç adımlarla uzaklaşıyorum ardım sıra yürüyorsun. gözlerin karasından toprağı ayırmaya çalışıyorum " ne bakarsın" der gibi gözkapaklarını yumuyorsun. başımı öne eğerken artık kaldırımların tek parça olduğunu farkediyorum, küçük taşlar kolay oynuyor yerinden, beton geçiliyor kordon boyu..
merakı, duyurma heveslisi bir kalabalık birikiyor, herkesin gözü balıkçı cinnetinde. sıkılgan, bir ağaca oturuyorsun, ağacın dibine iliştirilmiş bir taşa da ben tünüyorum,bir tavuk gibi yapıyorum bunu.. yaban kalmak istemiyorum yanına.. bir sigara yakıyorum, yaralı kayığa doğru, onu bir vapur yapabilirmişçesine üflüyorum dumanı. " neden yaktın onu" der gibi bakıyorsun.. boynun uzanmış, boynun ki zifir içinde seçilen parlak bir yeşil, bir karınca görür gibi oluyorum gerdanında. seni bitli saymak işime geliyor. yine de bakışına yanıt " daha yavaş içmeyi öğrenmeliyim" diyorum. parmaklarıma yerleşik tütün kokusu yok henüz, dudaklarım dilimi ısırmaktan yorgun, turunç bir şeritle öpüşüyor. sana da bir simit ısmarlamayı düşünüyorum. mercan, ceplerimden dökülüyor. özürlerin gözünde beni daha da küçülteceğine inancımdan daha bir susup, bir nefes daha çekiyorum. birden arkadaşların geliyor, dalda bir fısıltıdır başlıyor.. bakkal hesabı karmaşıklığında, size aynı doğrultuda bakıyorum.. beni daha da bir küçümsüyor oluyorsun, sonra yok sayıyor.. önemli değilmişsin gibi yapıyorum, kulağıma bir midye dayıyorum, zillerini bozdurmuş bir ıslık çingenesi rüzgar.
karşıdan kar kanatlılar görünüyor, birden çoğalıyor kalabalık, sigaram izmarite döndükçe kayboluyorum içinde..
sen kanatlarını derine açıp, kar kanatlılar kapışmasına çıkıyorsun, hevesliler bu kez size kesiyor bakışlarını.
" güvercinleri gördünüz mü, nasıl da..."
ben daha da bir kayboluyorum, beton serseler üstüme, ses çıkarmam sanıyorum.. bir an kar kanatlarımı aranıyorum.. seni sevmedim, dergahı deniz martılara kafa tutuyorsun, kaldırıma bağlı ayakların utancına sığınacağına.. aranıyorum ve sen farketmiyorsun, çünkü sen martıların benim dilimde kar kanat olduğunu bilmiyorsun.. bir güven gelir gibi oluyor göğsüme.. neden sonra bir çan kargası düşüyor aklıma.. ben mabet olan her yerden kaçarken , onun çan altında yaşamışlığı.. oysa ikimiz de korkumuzdan çanları bellek sayıyoruz.
kayık son çığlığını balıkçının kucağına bırakıyor, sardalya ağıdı yayılıyor etrafa.. martılara bir simit ısmarlamak geçiyor aklımdan, sen bil diye martı diyorum.. mercan bozdurabileceğim bir kıyı ararken, şehre yeni eklenmiş bir kaya buluyorum.. " daha yavaş içmeyi öğrenmek" için bir sigara daha yakıyorum..
deniz yoklamasında ölü bir kayık, iki izmarit ediyor günlüğümde.. bir güvercin bile açıyor kanatlarını payı için, ben şimdi bunu unutmak için daha yavaş bir sigara yakıyorum..

Hatır


Türk kahvesi

İki  kaşık kahve  bir kaşık şeker  bir fincan su

Kısık ateşte aheste karıştırıyorum kahveyi, falım şimdiden şekillenmeye başlıyor.   Hafiften bir Çingene başını uzatıp, kokluyor gibi yaparak çıkacak ne kadar yol varsa bir anda soluğuna topluyor.  “Hayırsızdı, çıkmazdı.. vakti de geçmiş. Gidecek gibi olmuşsun da yolun taş koymuşsun” diyor.  Bir ceylanın sekerek fincandan atladığını görüyorum.  Ürküyorum birden ocağı kapatmaya yelteniyorum, elimi çarpıveriyor kadın. “Hayırdır, hayırdır”  bir kaşık ucuyla toplayıp köpükleri fincana akıtıyorum, kaşığın başı köpükle birlikte damlıyor fincana fincan ayna oluyor. Kahveyi  cezveden köpüğü bozulmasın diye ayna fincanın dibinden boşaltıyorum. “Nasıl bir çoşkudur ya rabbim” diyor.  5 parmağını birden ısırıyor.  bir yudumda dolduruyorum kahveyi yanaklarıma, yutkunacağım kalıyor damağımdan damarlarıma geçiyor, yüzümü geziyor. Gözlerimden akıtıyorum.  
 “Git kırk tas su dökün”,  avucunda ters çevirip fincanı soğumaya bırakıyor.  Elinden usul kan sızıyor.. kan önce kırmızı geliyor, kahveye dönüyor sonra zift olup damlıyor halıya..  “git uğursuz  ketum ,aynadan sökülene de bak.. bir bir anlatacağım git dökün”  çaresiz suyun yolunu tutuyorum, iki bakır avucun kavuşmasından şekil almış tası tutup  bir soğuk bir kaynar su döküyorum ..  saçlarım dökülüp her boş kalan gözenekten bir kozalak çıkıyor.  Su tükeniyor, yatağından ayrılıp bir adım atıyorum toprağa;  yeşil kadife bir elbise dolanıyor. Ayaklarımdan tutunup gerdanıma çıkıyor.  Dizlerimi kırıp çöküyorum odanın orta yerine. 
  Bir tur gezinip her adımında parmaklarından bir damlayı düşürüyor. Dökülen zift halıda başka başka desen ediyor. Bir tavşan seçer gibi oluyorum, bir mantara doğru koşmaya hazırlanır gibi sonrakinden bilenmiş bir kayaç duruyor,  sonrası uçurum kulaklarımda yankılanıyor düşen her zerrenin çığlığı sanıyorum ucu bucağı..  sonrası sırtıma kalıyor, ben daha bakmaya yeltenmeden başımdan bir kozalak söküp çıkarıyor Çingene. “mendebur, gördün mü ya gördün mü? işte o uçurum senin için. nasıl da döndü fincan aynaya, gör diye hep o kara deliğe bak da yüzünden, gözbebeğinden indiğin o yerleri yiyip yuttuğun zavallıları gör diye..  yazık bir tavşan, o zavallıcık da kanıp da düşmüş rüyadan senin harene doyar sanmış. Zehirli mantarın senin, tatlı dilin, çok sözün..şimalden çekiyorsun kendine, düşürüp düşürüp doğurmak için boşluğundan,  doğurup doğurup  yok saymaya  içini, nen var nen yoksa.”    

   Ters dönüyor ayakları bileğinin ucundan sırtıma yönelince  yumuşuyor sesi “ ah kınalım, güzel kızım vakitsiz yetişmişler sana, bir dereyi taşırmışlar boğulasın diye bir kurutmuşlar çatlayasın diye. Ah benim nilüfer yazgılım! dağlara yem etmişler de her parçanı çakallar önüne leş diye atmışlar. Onlar bile bilmiş seni ağızlarına koymamış, yutar da açılır içimiz, kıymetleniriz de dengesi bozulur toprağın, ah onlar bile bilmiş de…” bak o ceylan ondan kaçışmış.. bilmiş o da bilmiş ormana sızanları alaca kuşlar bildirmiş, atmacası, kartalı, sığırcığı her biri ona haykırmış. Yüreğinmiş ya kızım, ceylan kaçışmış. Kurtarmış ya kendini, kurtarmış ya..”  sırtımın ardına çömeliyor, dönsem yüzüne.. kafamdan çekip kopardığı tanenin acısından başımı bir önüme eğiyorum geri çekemiyorum. Yeşil kadife renk atar gibi oluyor, sararıyor sanıyorum, kirli beyaza dönüyor, açılıyor süt oluyor süzülüyor üstümden üryan kalıyorum.  
  Sırtımın iki yanından rüzgar geçiyor belli ki iki elini kaldırdı gökyüzüne parmaklarını, soluk almaya kalmadan sırtımı iki yana açıp "dinle" diyor "dinle". Kulaklarımı assınlar istiyorum, kağıt olsun da yırtsınlar, taş olsun da kırsınlar duyurmasınlar, duyurmasınlar bana… Parmaklarını şıklatıp halının üstünde yerine dönüyor,  bir fincana dudaklarına ha değdirdi ha değdirecek bir Çingene..  benim kadınım..   dönüp bakıyorum ona,  yeşil bahçede divanın üstüne uzanmış, albenili parmaklarıyla, süzgün gözleri, beyaz, bembeyaz teni..  saçlarım omzuma dökülüyor, üstümde pembe sardunya desenli elbisem..   pencereye çıkıyorum, güneş selamımı alsın diye yüzümü yakıyorum. Bir yanağım gonca veriyor.. bir bulut yolluyor önüme gölgesinden sokağa uzanıyorum..

Akdeniz Yenilgisi



Dönüş yolu

Maviyi devşirmeyi göze alamadığım günlerdi, dönüş vakti gittikçe yaklaşıyordu. Gemilere  ya da trenlere atlayarak uzaklaşamayacağımı, aslında ne kadar gidersem gideyim uzaklaşamayacağımı  daha bir anladığım günler.. Bir takas yapıldı, siyah benekli O’na karşılık ben. Kendimi terk ettim, anlaşma yoksunlaşmam üzerine yapılmıştı.  Şeftali ve kiraz ağaçlarını orada unutmuştum ya da taşıdığım bu beden ne kadar unutursa orada o kadar vakit yaşayabileceğine inanıyordum anılarımın. Orada değilim artık, bazı kaçak zamanlarda yine ürkerek ve tek başıma asla başaramayacağımı bilerek ayaklarımı uzatıyorum oraya. Tuzlu kumlar sarıyor, usul geçen gemilerin direklerine sarıyorum saçlarımı, bileklerimi toplayıp geri dönüyorum sonra.  Yaşıyor olmamın tek kanıtı kesildiğinde parmaklarım sızan kan. Pansuman yapmayı bilmiyorum, hastane kokularını bile orada bırakmış olduğumu anlıyorum.

Bir şehir

Bir tepeye koydum başımı, uzun zamanlarca uyudum. Okuduğum korku kitaplarını taşıdım düşlerime, uyanık kaldığım zamanlarda yine onlarla doldurdum. Bir farkı yoktu o sıralar, gözlerimin hangi aralık yittiğini, düşüp beni terk ettiğini anımsayamamam bu yüzden.   Birisi başucuma oturmuş “Uyan” diyordu. “Uyan”. Rüyaları bilmeden neden ayırmak ister ki bir insan diğerini, rüyalarımın sonu hep yıkıntılı bu yüzden.  Gerçeği ayırt etmek bunca kolay bu yüzden oysa ben puslu görüntüleri yaşatmak konusunda başarılı sayarım kendimi.  Kayıplara yetişecek gücüm olmadığından, akıp gidenleri hissetmemek daha kolay geliyor belli ki.

Dönüş yoluna girmeden önce

Maviyi bulduğum günlerdi, zaman göğüs kafesime ulaşmamıştı henüz. Portakalları seçiyor, kivi soyuyor ve sigaraya biraz daha alışıyordum. Her akşam porselen demliğimde tarçın ve zencefil uğurluyordu beni uykulara. Kısa sürede, acelem varmışçasına uyanıyordum penceremden sarkıp bahçeye, sokağa dalıyordum.  Kış ortasında işlemeli eteklerim ve çıplaklığı seçilemez bileklerimle biraz daha portakal seçiyorduk.  Fark ediyordum ki yalnızca kendime ait bir parçayla ben birden çok edebiliyordum. Mavi, çuvalındaki sözcükleri döktükçe daha çok sigara, daha çok zencefil daha çok portakal doluyordu odama.  Sunulmayanlardan türetmeyi en çok o ara öğrendim sanırım.  Yaratmayı çocukluktan severdim.  Onlara gidiyordum, müzik ve biraz dans.  Bir serçe kadar hafiftim, neşeleniyordum avuçlarım sahiplendikçe.  Yolları unutup yanlarına yatıyordum, soluk alıyordum, kalbim bir et parçası olmaktan öte bir şeyler çağrıştırıyordu. Yapabilirdim… Gün batımlarında dört tat bir arada ziyafetlerinden sonra kalbimin yalnızca bir et parçası ama orada attığı için değerli bir et parçası olduğunu hatırlamak için tanıdık yüzlerle dumanlı odalara kapanıyordum. Uzun süreler içiyor ama eve hep ayık ve yürüyerek dönüyorum. Biraz daha portakal?

Şehir

Üç mevsim değiştirdim. Her birine özensizce soyundum ve giyindim.  Etekler, şallar, hırkalar, bere. Ellerim yalnızca bir el artık, avuç içlerimi yüzüme çevirmek istemiyorum. Görülebilecek bir içim yok, boşluğu tanımlayamam. Mavi kaybolmuştu, onu biraz yaşayabilmek adına açtığım bir yara olarak atfettim zamana. Ormanda vurulmuş herhangi bir hayvan olabilirim, yaralı kurtulmuş. Kurtuluş…  Göğsümden sızan kan yavaşça tükeniyor, yolu göremiyorum. Avcıların kokusu birbirine karışmış artık peşimde olup olmadıklarını hissedemiyorum. Hisler, içgüdüler bir hayvanın daha doğru bir haritası yoktur.  Ve ben sürekli insan etmeye çalışıyordum, vurulana kadar. Belki bir intiharı meşrulaştırmaya çalışıyorum vurulmuş sayılarak.  Müziğin dilini kaybettim, sesler var yalnızca. Bedenimde, kafamın içinde gezinen, tepinen ve ayaklarımla eşlik ettiğim sesler. Hayır, bu uyum yeni bir dansın önsözü bile olamaz. Dans eden ayaklarımı orada bıraktım, şimdi yalnızca uzanabilirim bende kalanlarla.  Yükseğe daha yükseğe düşebilir miyim?

O günden sonra her gün
Yenildim…


Günce Son


Karıncalar

Kavanoz kapağını kül ordusunun sığınak olarak kullandığını fark ettiğim an reçeli aramaya koyuldum. Odamın ortasına kurulmuş Arap çadırının etrafında dolandım, kumları eşeledim. Çadırın içinde kanırtmaya meyilli gülüşler seçiliyordu, içeriden bir adam şiire başladı bu bir uyarıydı, oradan uzaklaştım.  Vişnelerin kökeni ile ilgili yanılıyor olmalıydım.  Uzun süredir açılmayan kapımın camlarının dile gelmesinden, bir sarmaşıktan daha alçakgönüllü bir tavırla etrafını kaplamış örümcek ağlarını bozmaktan, çıkması muhtemel gıcırtının masamın altında az önce uykuya dalmış yarasaları rahatsız etmesinden ürkerek kapıyı açtım, mutfağa doğru yol aldım. Yol üstündeki ısırgan otlarına dikkat etmem gerektiğini biliyordum, bir inat peşinde olduğumu anımsayıp onlara sürtünerek geçtim.  Tezgahın üzerine bırakılmış kırmızı bir gül gibi parlıyordu. Mutfağı kaplayan volkanik gölü yüzerek geçtim, ısırgan otlarının şişirdiği ayaklarım kolaylık sağlıyordu. tezgaha tırmandım, solmaya yüz tutmuş bir gül olduğunu anladım. Vişne reçelim bir karınca kolonisi tarafından ele geçirilmişti. Karıncaları yemeyi düşündüm. Bir peygamber çıkageldi, adlarının ve hikayelerinin yazılı olduğu kitabı bir önceki gece etrafı ışıtması için odanın tavanına astığımı hatırladım. Ondan ne isteyebileceğimi bilmiyordum. Peygamber porselen tabağımı göle doğru fırlattı, tabak on iki balığa dönüştü. Bunu hak etmiyordum. Karıncalara yol gösterdi, kavanoz iki parçaya ayrıldı ve karıncalar her bir vişneyi sırtlanıp, adımı lanetleyerek kıyıdan yürümeye başladılar. Balıkların sırtında süzülerek uzaklaştılar.
Peygamber göle atladı..

 Bir kavanozluk reçel yapmaya koyuldum. Ayaklarım beyazdı, ısırgan otları yoktu odamda kitaplar sakince beni bekliyordu. Kavanoz kapağını çöpe attım. Küllüğümü buldum ve kavanoza yeni bir kapak uydurdum. 
Karıncaları bekledim.

Denge
Ellerimin acı rengini gövdesinden doğduğum o incir ağacından ödünç almıştım.  Diyetini parmak uçlarımı kurutarak ödüyorum.  Bir gün o oyuğa geri döneceğim, tırnaklarımda kan kırmızı, tırnak aralarım dördüncü kuşak katlinin izleri.  

Gerdanıma esmer kaçan ellerim..  bütün bu kibri açıklayabilir miydi?  Avuç içlerimden oyup kurduğum bu dünya dışını bu denli reddetmem yakıştırdığım bu adla açıklanabilir miydi? Bütün bunlar geçmiş miydi?
Masalları ayıklayarak başlamıştım.  “Zavallıcık rüyalarında sayıklıyordu”, sakınmadan konuşuyorlardı. İnancı ve duymayı reddettim.  Düşlerimde bahçelere indim, kuyular, çimenliklerin arasında, çiçekleri tek tek seçip göğe doğru inen kuyulara savurdum, yıldızlar düştü, sesler geldi, dudaklarımı öpüştürdüm. Sesler gitmedi.  Nehirleri ve gölleri bilek ölçümde ayırt etmeyi öğrendim,  parmaklarımdan dilendim, balıklar doğdu, saçlarımı gözlerime yatırdım, dinlendirdim, yosunlar açtı. Kurtlar, pamuktan evler, saçlarının sarısına ay bandığım küçük kızlar, tilkiler, maskeli balolar, kargalar, kayıklar…  ben düşlerken birileri kulaklarıma kına çaldılar, peygamberlerden söz açtılar.  Masal bilmiyorlardı, bir masal dikemeden ölüyorlardı.  Onların peygamberleri vardı, koşuşturuyorlardı. Her zavallıcığa kondurulmaktan bıkkın peygamberler, düşlerime sızıp kuyuyu toprağa ekiyordu.  Fareler geldi, adamlar, uğultular,  orman açıldı birden, karıncalar bastı, kuşları işittim, mermi gibi çakılıyorlardı. Gürültüden coşan sular şelaleye dönüyordu.  Çoğalan her şey beni korkutuyordu,  uyumadan önce dudaklarımı dikmeye karar verdim. İlk iğne iplik cinayetim.

Yaşama direndim, kağıtların kokusu peşinde sürüklüyordu ve beni bir kulübeye çıkaracak yolun onların peşinden gitmek olduğunu seziyordum.  Yürüdüm, koştum, sapaklardan döndüm, adımladım, karıştım, kayboldum peşinden ayrılmadım. Kağıtlara inandım ve sözcüklerden o kulübeyi yetişmeden kurmam gerektiğini anladım…  Sözcük olmak nasıl bir şeydir, tasavvur edebilir misiniz?  Hiçbir gün delirmedim.. insanları görmedim ama kör değildim, çok anlatıldı duymadım ama sağır değildim, yaşattılar hissizdim ama ölü değildim.  İnsanları, anlatılanları ve yaşamayı unutmadım. Fark etmediler.. Her gece dudaklarımı diktim, uykuların gün içinde yerini değiştirdim, her rüyadan cebimde bir kavanoz dönüp geldim.  Bildirmedim, ele verilmedim. 
Bir denge oyunu bu, incir ağacından doğmamış olsam bilemezdim. 
Karıncaları doyurmak borcum… bir masal yazmalıyım.

VI


Gün sonu

Kutumun bedelini ödemiştim.  Kızıla yetiştim, karanlık basmadan evime ulaşmalıydım.  Dağınık sokağı adımlarken gözlerimi bir an olsun yere indirmedim, selamının son demlerini yaşayan güneşin artıklarını izledim. Bir kadın, kaldırıma inat yeşermiş bir ağacın (her bir ağacın adını bilmeyi ya da adlarını koyabilmeyi ve unutmayan şu zihnime işlemeyi ne çok dilerdim)  bahar nasiplenmiş dallarına dokunuyordu. Kadın olmasa belki ağacı seçemezdim, dala uzanıyor ve bir çiçeğe dokunuyordu, -tebessüm mü yoksa dala uzanmanın güçlüğünden mi bilmem- kıvrılan dudaklarını izledim. Kadına aşık oldum.  Kimsenin ona aşık olmadığını, o an kimsenin, dokunduğu çiçekten başka kimsenin ona teslim olmadığını, o kadının gelecekten bir günüm olduğunu bilerek aşık oldum, adımıza sevindim  ve yoluma bakmaya devam ettim. 
  Zile basmadım..  birilerinin evde olması, merdivenleri tırmandığımda kapının açık olması yontulmamış bir özlemi bastırırdı çoğu zaman bu kez yapmadım, anahtarla kapıları açtım ve kütüphanemin önüne yattım.  Kilimin üzerindeki kuşlara su verip vermediğimi anımsamıyorum, gözlerimi yumduğumda bir nehre dalmıştım, bulanık suda çok gece önceden yumurtlamış olduğum balıkları ayırt etmeye çalışıyordum. Çocuklarım benden kaçışıyordu, diğerlerinden ayırt etmek zor olmadı bunun için. Sol bileğim bir dal kavradı ve elime şefkate eş değer bir öpücük bıraktı. nehir yeşile bulanmak için parmağımdan yüzüğümü istiyordu. Firavun başını andıran yüzüğümü çıkarıp ince dala taktım.  Artık nehirde değildim..  Gelincik tarlası olmaya hazırlanan bir bahçe içindeydim, kalenin rahim boşluğunda isyan eden tomurcukların göğe açılma sancılarını hissettim.  Nisan geldiğinde o kan tarlasına bir kez daha ineceğim.  zamandan anladığım sadece bu.. Nisan..
bir hışım odaya açılıyor gözlerim. Kitaplar suyun yüzüne çıkmış, güvercinler kapışıyor. “Durun” diyeceğim ağzım bir dolu atkestanesi döküyor orta yere.  Çınarlı o yolu yürüdüğümü anımsıyorum, bir ara ağaçları yutmuştum kim bilir.. kara parçalarını odaya taşımam yasaklanmıştı. Ve ben uysallık üzerine bir antlaşma imzalamamış mıydım? Ele veriliyorum, saçlarımı mercanlar basıyor, bir mürekkep balığı sol baldırımdan sıyrılıp huzursuz bakışı ile kınıyor beni. Tüm kollarını alnımda birleştirip uğultu duasını okuyor.. başımı ayırıp boynumdan bütün topraktan sökülüyorum,bir solucanım artık..  çamur oluyor önce su, sonra paklıyor kendini, daha derin bir kumsala yüzüyorum. Bu kez ciğerlerimin altından bir inci çıkarmamı istiyorlar.. sancıyorum..  ametist doğuruyorum önce ciğerimin bir parçasını kesip inci ile takas etmesini diliyorum. Eğer çok derinden dilersen ve çocuksan dileklerinin kabul olacağını söylemişlerdi bana.  Neden unutmuyorum? Onunla baş başa kalıyoruz. Gövdeme sardığım ametist parçayı uzatıyorum, yaklaşıp uzaklaşıyor.  “Duum duum” yutuverecekmiş gibi geliyor, zamanımın azaldığını, başımdaki her parçanın tek tek isyana teşvik edildiğini hissediyorum. Yeterince erken dönemezsem onu alıp bir efsaneye gömecekler, kesik baş.. bir solucan olarak bedenimi keşfetmek yormuyor, bedenimde hüküm süren işte şimdi karşısında yasalarını bilemediğim, koyamadığım o kalbin hakkımda verebileceği herhangi bir kararı duymak ürkütüyor. Kaçamayacak olmak.. o her şeyi görüyor..  bir daha yaklaşıyor ametisti yutup, incelmiş gövdemin orta noktasına bir inci fırlatıyor.. küfür gibi..  inciye kıvrılıp yuvarlanarak boynumdan çıkıyorum. Mürekkep balığının midesine yuvarlanıp inciyi yerine bırakıyorum. Başım boynumla buluşuyor.  Güvercinler az önce kaçırdıkları ziyafetin huzursuzluğunu kitaplarımdan parçalar yutarak geçiştirmeye çalışıyor. “Durun!”

Defterimi açıyorum..  her yazmada el yazımı değiştirme zorunluluğu yüklüyor bu bana.  Bir önceki sayfanın yazarının ben olmadığım ilanından sonra notlarımı düşüyorum.
1.      Antlaştın sen su ile
2.      Karaya basan ayaklarından arınıp gelmedikçe eksileceksin
3.      Kimlenemezsin!
Güvercinler pencereden sıyrılıp uzaklaşıyor, yaralı kitaplarım avuçlarımda kalakalıyoruz. Şimdi koparılmış her sayfayı anımsamam ve yeniden dikmem ve onları yalnız bıraktığım için özür dilemem gerekiyor. Yaşam adına özür dilemek..  gösterdikleri şefkate karşılık beni her zaman özürlerle affetmiyor, karınca masalını yazmam için kinayelerde de bulunuyorlar. İtirafa sürüklüyorlar..  kuyuma kanatlanıyorum. 

V


kapak yuvarlandı bütün bekledim yokuşun sonunda kaçınmadım bu kez. durdum başımdan geçmesini bekledim.. yokuşu tırmanmaya başladım sonra.. bir adım iki adım.. parmaklarımın saymaya yetmeyeceğini anlamıştım yol uzundu.. gocunmadım.

Bay Schulz'un Tarçın Dükkanından içeri usulca girdim, kulağımın sesini kıstım. etrafta yayılmış fısıldaşan kitaplara göz süzdüm.. aşırılmış notlar defterimi açtım.. Sek Sek oynayarak Tarçın dükkanında bir tur attım..  gözeneklerimin çelik ile dolduğunu hissettim.. Tam o an bir kitaba kulağımı dayamıştım “rüya dedim sana” rüyaların ele avuca sığmaz oluşuna bir kanıt; gökyüzünden süzülen bir kitap yüzümü yalayarak dudağıma indi, yakışına gülümsedim. Boynumda durdurdum onu ve baktım “Patagonya’da”  her yer uzak geldi bir an, iki adım ötemle aramla iki gezegen boşluk varmışçasına.. onu ait olduğu yere bıraktım.  ”Sonra Bay Schulz seslendi “genellikle kitaplar göktaşlarına benzerler. Her birinin Anka kuşu gibi haykırarak fırladığı, her tarafının tutuştuğu tek bir an vardır. Biz onları o bir tek an için severiz, hemen arkasından küle dönüşse de.” Kapak kıstırmaya başlamıştı, bir süre daha buralarda oynayamayacağımı hissetmiştim göz kapaklarım bir ahunun sıçradığı nehirleri buluşturuyordu.  Kucağımda birikmiş olan göktaşlarıyla beş taş oynamak için, teşekkür ederek uzaklaştım.   Kulağımın sesini açtım ve dinginleşen soluğuma eş adımlarla devam ettim.  Dükkanı,ormanı,oyunları ve rüyaları özenle odamın içine dağıttım.. iklimime göre fincan paylaşacağım onlarla.. tarçın çayı, papatya, biberiye, hibiscus,zencefil,elma.. 
Eve dönüş yolumda ses tellerime kurulan kırlangıçlar gecenin sonuna yolculuğa* hazırlandı. Rica minnet oyalamak istedim, gitmeseler de susku ile kalmasaydım.  Uykularına gömüldüler..  birileri kulaklarıma tırmandı, bir insan olduğumu hatırlattı. Aylardan nisan olduğunu unuttum..  kapağın ışıklarına kapılıp karanlığa boğuldum..

IV


Yeşil çay

Bir noktayı buldum zamanın ortasına bırakılmış, bekleyişle devşirilmiş  küçük bir nokta.. kucağından tutup çekiştirdim gözbebeklerime yetiştirdim gün ışığını kısıp.  Gölgesini sevdim oraya bir zambak yakıştırarak, sağ avucumdan söküp iliştirdim. Kıvrılmak için bir yer açtım. Gün döner gibiydi, gözümden renklerin dağılışını biraz daha geciktirmek için kızıl oklardan sakınıyordum kendimi.  Porselen bir bardağı yoldaşlığa çağırdım, bir manifesto yazmalıydık. Birliğe direnmeyi, hiçlemeyi, öğrenilmiş çaresizliği yüceltmeyi barındıracaktı. Kendimizle çelişiyorduk.  Elimde boş bir bardakla birdim..  en çok beni affetmesini diledim, eşlik ettiği bu oyunlardan haberli ya da habersiz oluşu sorgulanmayacak bir biçimde kaydedilmişti. Bir nesne, yalnızca bir nesne olduğunu anımsamak için yeşil çay taneleri atıp içine kaynattığım suya bir tutam tarçın ekip dinlenmeye bıraktım onu .. kendimle ne yapabileceğimi düşündüm. Günün kurtarılabilir yanlarını arıyordum kıvrılabilmek için..  uykuya kapatılacak gözlerime zambak açıyordu.. noktayı aldım biraz daha çekiştirdim, gittikçe daha inatçı oysa gözbebeklerimden sızıp aklımın kalanını kapsaması için olmadık şarkılar bile dinlemeye razıydım. Hani şu duyduğunda üstüne sözcükler yakıştırıp da giydirmeye kıyamadığın..  gün bitti..  bardakta tortusunu bırakmış tarçın, yeşilin renginden de çalmış bir parça teslimiyetle aslında çayı ele geçirmişti.   Anlıyor muydum?

III


Tarif

Nişasta, çilek, şeker
Çilekleri ezip, şeker ve nişasta ile kaynatırken, el çabukluğu iki kaşık likör katıyorum.  Tezgaha bırakıp dumanı hafiflerken
Bir yandan süt, nişasta ve biraz şekeri ocağın üstünde karıştırıyorum.  Kristal tepsi düşüyor avuçlarıma, önce muhallebisini serip üstüne çilek sosunu teslim ediyorum. 
Mutfağın ortasında bırakıp tabakları, kaşıkları kilitliyorum dolaba.  Sokak usul usul mutfağa taşınıyor, süt şeker kokusu ile izinsiz çıkıp gitmiş uyuyanların uykularına ilişmiş, gözü uyku tutmayanların aklını çelmiş.. tutanı tutmayanı diziliyor, şafağı puslu sabahı kutsamaya duruyorlar.  Havalandırma boşluğundan sokağa atlayıp boşalan evleri, odaları hatmetmeye koyuluyorum.  Kimisi kokusunu bırakmış, kiminin saçları dökülmüş, kimi gözünü unutmuş.. ne kaldıysa günahlarından (çünkü onlar yalnızca daha büyük bir günah için arlanmayı göze alanlar) önlüğün cebine dolduruyorum. Gün ağarmadan  mutfağın kapısından girip seyreyliyorum, her biri sırt üstü düşüp kalmış orta yere, işaret parmaklarında karıncalar kahvaltı açmış..  bodrumdan ıslıkla çağırıp hamam böceklerini hepsini yataklarına taşımalarını istiyorum, karşılığında mutfağı açık bırakacağım.  Bir anda siliniyorlar mermer üstünden..  mutfağı paylaştırıp kısık ateşte bırakıyorum..

Çalınan anılarım yerine bırakılan tarifler, kimse işini tam anlamıyla yapamıyor. Tarife anımı karıştırıp böyle yarım yamalak. Vanilyasını bırakmamışlar bu kez tarifin, kim bilir hangi yüzyıldan anımsadım. Bir avcıydım.  Orman diplerinde konuşlanmış arıların izinde, tam da kovanların kokusunu almaya başlamışken birileri yönümü saptırdı,  bir avuç pupa tarafından kozalandım.  

II


    Soluğumdan is dökerek evleri yokluyorum.  Bulduğum her aralık kapıdan geçiyor, bilindik yüzleri henüz yanmakta olan kızıl damlalı kollarımla kucaklıyorum.  “Ben ölümün kanepeye uzanmış beyaz bir çarşaf olduğunu bilirdim, altında kimseleri görmedim” diyorum.” “Ne olur ses verin, sevmedim hiç sizi. Kimdiniz ya adınız.. ben öldürmediysem lütfen ölmeyin.”

 Konuştukça ben is kokusu sarıyor ölüleri, midem dönüyor ,taklacı güvercinler yerini dar buluyor.. bir cinayet işlesem kazırdım bileklerime, arıyorum beyaz silinmiş. Ya işlediysem de yangın da yitirmişsem, ya ben bildiğim her sesi dağlayıp da avuçlarımda devirmişsem. 

Saklanıp da soğuyacak bir yer aranıyorum, bir yandan helvalar pişirip badem niyetine gözler basıyorum üstüne.  “Kapatın kapıları,  kapatın!”  kimseler görmeden bir ben bilirsem ölülerin yerini, sorguya alırlar beni. Dudaklarımı söküp sökük konuşmaya zorlarlar. Nasıl anlatırım, ne söylerim.  Sesim giderse korkusundan denilir. Gider de gelmezse iyi, ya anlatırsa.. Ya peygamberleri sökerlerse 32 dişimden, ya tam çıkmazsam. Kırdıklarımın adreslerini isterler de ben sus kalırsam. Beni o odalarda ölmeye de bırakmazlar, yaşasam diye bakarlar. Bir tebessüm çıksın da katlim meşrulaşsın diye yanaklarımı oyarlar.  Acısam gam olmaz ya bir aralık çarşaf altına uzandıysam, ya ben ondan ölümün kökünü kurcalayamıyorsam.  Dudaklarımı alır da karnıma dikerlerse de ben yuttuğum her bir masalı bülbül gibi şakırsam..
Ya kim alır beni sorguya?
Kuzgun’u çağırırlar elbet, ah o bilir içimde kim nerde durur.. secdede başı uçurulmuş kimler ulur yatsı vakitlerinde o bilir gammazlar beni.  Yoluna harç ettiğini demez de saçımın lülesinden başlar sövmeye.  Kafir kılar beni. Kuzgun.. size söz etmiş miydim? Musallat olur fikrinize diye gizlemişimdir. ne karadır gözü, ne efsun..  bir baktım, sağ omzuma bir kuyu açıldı. Muskalar bastı koluma, hurafeler, sağdan başlayan dualar.. gitti geldi yuva kurdu.  Kondurulmuş saydığı meleklerin kanatlarından yolup, kendine bir kat açtı.. bir baktım daha göremedim.  Kıssalar dizdi boyuna, gece gündüz gezinip bir omzumda. “Al” dedi “vur başlarını riyakarların ”
 ölümün ceset tanıklığında meşrulaştığını bilmiyordum. Onlar mırıldanırken ben cümlemizi ölü sayıyordum.  Kınıma doladım dilimi, çıkmaz kılıç içinden dedim.  sağ omzundan tutup bir göğe çarptı bir yere..   gök acıdı kaçıldı, yer acıdı yarıldı.. kuzgun, gündüz düşlerime  ucu bucağı okyanus bastı..
ah onu çağırırlarsa.. 
o zaman kınından çeker  kılıcı bölerim dilimi..  susku bile etmem.. paçavraya dönerim..

bu ölüleri nereye gizlemeli,  evler uçuşuyor cereyandan şehrin kapılarını bulmam gerek. Dehlizlere inmem, surların sesine kulak verip geçitlere girmem.. kaç yüz yıl yürümem.. bileklerimi görsem tanırım, çentik varsa gider  koyarım başımı baltanın altına ya yoksa, ya üstüme yıkılmaya çalışılıyorsa bunca yüz(ki gözlerinden de çaldım parmak izim, irmik kokum)  ya sırf kundaklayayım diye bir cinnet anında nisanı.. 
Avuçlarımı açıp kalkıyorum rüyadan.  Başkaca bir parçam yok..



Nisan Güncesi - Kabus


 Rüyam..
Gövdeme yasla yüzünü, İs kalan yanaklarını ben öperim.
Bir ölünün ömürlük öpüşme tecrübesi vardır.
    İncir ağacının yanışını izlemiş miydin, kabus olabilir miydi bu? Yeminli zihnimden uçuşan peygamber külleri, yaprağına yazılı ayetlerinde yalanlanmış tanrı gözlerime yapışıyordu. Ateşin rengi neydi, göremiyordum. Cehenneme sütü dökülmüş, kaynar bulutlar dudaklarıma tırmanıyordu. Kırmızı yoktu, kırmızı..
     Susamış uyanarak, her yudumda vücudundan süzülen kimyasal kokularla, dudağım kanıyor olmasaydı rüyadan ayrıldığıma inanmazdım. Ateş tadım, kollarımda esmer kuşların ağırlığı yeniden atıldım yatağa.. bacaklarımda bir tuhaflık seziyor muydun, iki parçadan bir etmişçesine..  beni bu odada yatırmaman gerektiğini söylemiş miydim, tanık kokulardan ürktüğümü, bunun için dökünüp geldiğimi, her su birikintisinde bir boğulma umuduyla ayak izlerimi bıraktığımı.. gülünç oyunlar oynarken görüyor muydun beni, ya sek sek? Varlığım kanıtlanmaya gerek mi duyuyordu, neden konuşuyordum?   Eskitilmiş sokakları, piç bebeklerin naylon poşetlere sarılıp yakıldığı derelere akan sokakları unutmaya çalıştığımı, her adımda merdivenden düşerken ben, bir köpeğin baldırımda beni tadımladığını, dev aynayı defalarca kırıp tek çizik almadan sürünerek salona geçtiğimi, bir gün o salonda bilek senfonisini konser düzenlediğimi biliyor muydun?  Gecelerde ne yaptığımı mı bilmek istiyordun, gündüzleri yeterince boğulmuş görünmüyor muydum?  Döküldükçe ben güçlü görüneceğini bildiğimi, benim zaten görünmeye dayalı bir tasam olmadığını, küçük odalara sığdırılmış hayatları doğurduğumu özenle rahmimi diktiğimi, çoğalmaya tövbe edip ,saç diplerimden bölündüğümü, açık alanlara taşıp kaldırımları talan ettiğimi, katlettiğimi bilmiyor muydun?
Gece..
Rüyamla konuşuyordum..
“Çocuksun” diyor, gülüyorum..  Her gün biraz daha güler ölüyorum, bir kahkaha sonum olacak.. Bu kadarını bilmeye ne gerek var?  “baksana, güzel bir kız” çeviriyorum başımı, bakıyorum.. bir an içinde kuyular görüyorum, elmalar atılıyor içine, bir yılan yeşil başıyla arasından uzanarak sepetin  anahtar dilini çıkarıyor,elmayı yarıp geçiyor bir sonrakinin içine kıvrılıp kuyuya düşüyor,kıza gidiyor,açacak içini.. “evet” diyorum.  “Kıskandın mı onu?” çok soruyor ama hiç bilmiyor.. “hayır” diyorum “güzel olmayı hak etmiş yalnızca” başımı çeviriyorum, yalan söyledim aynaları kıskanıyorum kendimden. 
Gerisi boşluk diyor, gerisi yok.. Olan ne vardı düşünüyorum, kuşlar aklıma takılıyor, kollarımdan sökülüp aklıma tırmanıyor, “acıyor” diyorum. Acı var belki .. ama acılar geçiyordu, yoktu.. çiçekler geliyor sonra kollarıma açıyor, annem diyorum. Doğduysam annem vardı, annem kendini nakış ipiyle işliyor bir fiskosa yavşıyor.  Kirlenmesin diye gazete kağıdı seriyoruz üstüne, kollarım ve ben..  çiçekler reklam kutularına kaçışıyor.   Düşün şimdi diyorum, düşün..çok yorucu, “olan biten yok oldu” diyorum. .
Çocuğum..
Her şey olabilir gibi geliyordu, bildiğim hiçbir şeydi..
Çocuğum-u rüyamda yakıyorum..

3 Temmuz 2012 Salı

deneme bir ki

bak ben mutsuzum, iliklerime kadar kırgın ve suskunum..
bir kadın bana "ben yalnızım" dediğinde ödümü avuçlarımdan topluyorum.
korkuyorum tanrım, yalnız olamayacak kadar gencim.. olması gerekenin bu olmaması gerekliliğinden muzdaribim.. film kopuyor, gözüm kararıyor..
bir kadın yalnız kaldığında akıllarına fikirlerine er kişiler sı(ç)ıştıranları kusuyorum.. bir "kadınım" şarkısı yazılmadı namıma diye saçımı başımı yoluşturduğumu düşünenlerden sarhoşum.. o kadar ki adına yazıyorum, en az seni tanıyorum ve en az seni seviyorum.. yarattığın varsayılanları takip etmediğini biliyorum, aksi halde çok fena bir yoldayım bir ışık hüzmesi seçebiliyor olmam gerekirdi diye düşünüyorum.. biliyorsun pek alaycı bir lisan kuramadım, kıçımla gülebildiğim olmamıştır hiç.. tanrım bazen küfürbaz olmanın incelikleri hayat bilgisi dersine konu olabilsin istiyorum!

sen anlarsın diyorlar, bunun için kısa kesiyorum!

18 Haziran 2012 Pazartesi

tatil bitti- o halde gel tetiği çek!


   nefesimi tutuyorum, bana bir şarkı söyle. lambalara ihtiyacım yok, ışık gözlerimi acıtıyor. şarkı söyle.. bana ekmekli katıklı umutlu şeylerden söz et, sesinin tonu mühim değil, hangi notadan başladığını anlayamayacak cahil kulaklarım..

bana iyileşebileceğimden söz etme, ne yapacağım, her gün biraz daha hissizleşmesini izlerken parmaklarımın-ve beklerken kesilecekleri günü-  bana ellerim olmadan nasıl yaşayabileceğimi söyle, ayaklarım olmadan, dilim sözsüzlüğe kesilmişken, kulaklarım cahil söyledim, duyduklarını anlamayabilir, kulaklarım bazen bana bile inanmayabilir, nasıl? nefesimi tutuyorum, bana gökdelenlerde hayat olduğunu söyleme, yükseklik korkumun tepesine dikilip hava muhalefetiyle aşık atmaya çıkmadım.. kravatlarından asılı adamlar ve topuklarıyla kıran kırana kadınlar.. aramıza medeniyetin girmediği bir şeylerden; aşktan değil,yaşamaşktan, umutsuzluğun birbirinden uzaklaşmış iki bedenden çok daha büyük anlamları olduğundan ve işte o umutsuzluğun onulmaz olduğundan söz et..
dağlara kaçmaktan, güneyde domates yetiştirmekten söz etme, ütopyaları içinde harcanan ruhlarımız teğet geçen kurşunların kanaması altında, içi boşalmış her sözcüğe kıvrılıp uyumamı isteme.. bir reçel kavanozuna sığabilir beynim ve yeterince şekerleyip organik setifikan ile satış yapabilirsin.. bir şarkı söyle, iki uçurum arasında bir köprüye dair.. nefesimi tuttum, yeterince durabilirsem yerimde iç organlarımı patlatabilirim, ben bir insan öldürebilirim! Bunun vahşi olmadığından, ölümsüzlüğün bir boka yaramadığından, güzelleşmeyen şeyler olduğundan ve bunların alışılabilir, kabullenebilir olmadığından söz et..

bana bir şarkı söyle, salsam da tuttuğumu ve devam etsem aslında yaşamıyor olduğumdan ama yaşamaya dair bir yerlerde bulunmuş kalıntılar olduğundan bahset..

7 Haziran 2012 Perşembe

bana inanmazdın,
bir av, bir avcı olduğuna,
sükunet aradığına,
ama bir yaran olduğuna,
ormanın açık yaralar için tehlikeli, çok tehlikeli olduğuna,
incir yapraklarıyla iyileşmeyen yaralar olacağına
dair sana bir şeyler söylemiş olsaydım.

söyleyebilirim,
sen nehir, açık deniz,
su değilsin.
bir taş gibi gövdesine çökkün,
taş sayılamayacak kadar sudan yoksun..
öz suya yaslanıp demlenirken,
çorak, çatlak bedeniyle mesken edinmiş
bir kaçkın, bir kaçak...

bağışlanabilir değil,
orman ne bir sığınak ne de arenamız,
biz, ne bir kimseyiz,
ne de ceset sayılıyoruz artık.


23 Nisan 2012 Pazartesi

tavşan dağa küsmüş,gerisi boktan hikaye



kadınlar terk eder. bu kadar naif ve küstah görünmek şahsına münhasır olmaktan bambaşka bir şey olsa gerek. sessizce silinirken adres defterlerinden, dillerinden-lanet olası teknoloji-e-mail adreslerinden, bloglarından size açıklama yapma gereksinimi duymazlar. mutlak bir kırık yarattığınız sancısı ile debelenirken siz, bütün taklalarınız  sırtlarında kalmıştır. görünmezlik iksiri arayanlara duyurulur. formülü kadınlardan temin edebilirsiniz.

bir kadına edepsiz gözü ile bakamıyorum ancak nihai sonuç edebi parmaklarında tırnak içi kiri kadar olduğunuz.

Değerli hemcinsim, insaniyet namına bir açıklama yapabilirsin!

25 Mart 2012 Pazar

insanda asap denen bir şey varmış, bozulurmuş..

bazen bardak taşar ve sen içebileceğinden fazlasını tüketirsin..
bu durumda seni bir kaşık suda boğmak iş değil ancak güç olduğunu sandığım o bardağı su kaçıran noktana monte etmek..

ama üzülmeyelim, sanmaları bir illüzyonist ustalığı ile (buna el çabukluğu diyebiliriz) test edildi onaylandı başlığı altına iteleyebilirim..

şimdi bütün bunlar yerine " sınadığın sabrım götüne girsin !" diyerek kısa özgeçmiş formatı da sunabilirdim, ancak çizilmiş varsayılan hanımefendi kimlik kartımın pembesinde böylesi bir mor kenar hoş kaçmazdı. üstelik küfür etmek, on parmağında onyüzbin marifetim arasında yer almıyor.. sen o çok okuyup bilmiş tavırların, cihangir kahvelerinde masaya yatırılıp aşağıdan yukarıdan kıvırttırılmış entelektüel kimliğin ile bu cümlemi abes bulur, ha beni yine küçümser, duymazlıktan gelirdin.. görüldüğü üzre anlaşmanın, iletişmenin (ittirişmenin demiyorum bak) pek çok yolu var..

iş bu ki değerli vatandaşım, sen sakin kıyılarımı kolaçan edip imbat vakti diye bellediysen beni, bu tamamen kişisel sorunun.. lodosa kestiğim vakit, dalgalara çarptığında sızlanacağın, (ha onu da beceremedin) "ama sen hani anaç fıyk fıyk" kişi ben değilim.. girdaba katılır, sonrasında sakin sularda köpek balıklarına atıştırmalık kıyma olursun..
canım isterse senden ekşili köfte de yaparım..

şimdi o bardağı götünden çıkar, git biraz hava al..

12 Mart 2012 Pazartesi

cunda

yağmurun dindiği yere gidelim, kimselerin sustuğu.. kedilerle söyleşiye oturalım. çiftleşmekten söz edelim, bir'leşmeden, bir'likleri unutmaktan yana..

salınırken hesapsız

ahşap geçmişe, tüller ardındaki ayıba, sarhoşluğa gidelim..

ya da ben gideyim; değdiğim, dokunduğum, savurduğum nem varsa.. yürüdükçe hafifleyen anlar toplamımla.

taşıdığımdan başka ne olabilirim ki..

ben geldim, bir odanın ferah kapısını açtım, süzüldüm topuklarımla ve sokak kaldırımlarını yokladım.. gökyüzüne açtım pencereleri.. koştum..
hayır yoktu aklımda bir şarkı, ellerimi henüz unutmamıştım ancak "teşekkür ederim" den başka sesim yoktu..
ben bir yerlere bakarak gittim, seslendiğim kendim idim..


10 Mart 2012 Cumartesi

!

burası yol geçen hanı,
yağmura tutulmuş sefilleri barındırabilirim ancak..
ben gocunuyor muyum bataklık fahişesini oynamaktan,
siz neden gocunuyorsunuz ki fiyakalı anlatılarınızın çamur yataklarımda akmasından..

26 Şubat 2012 Pazar

mütemadiyen

masal anlatıyorsunuz, uyuyorum..
kızıyorsunuz, duyuyorum..
bir bahane aranıyorsunuz, uydurulacak bir kılıf..
"neden çekilip gidilir masallardan?"
Çocukluğum kadar derin değilim, aldanıyorsunuz..
örüntülerimden çekiştirirken,
çıplağım, kör müsünüz! derimden dahi soyunup duruyorum karşınızda..
korkum da yok sonlardan,
sonlanmadan biten şeyler yeğliyorum ancak..

bana leş yiyicilerden, ustura ellerden,kazıklanmış kalplerden, mayınlardan söz etmiyorsunuz ki..
masal anlatıyorsunuz,
elbette uyuyorum..

18 Şubat 2012 Cumartesi

Ey Dilek,

kendi(ni) acılarına siktir(,) git!

siz bana değdiniz doğrusu :)


kozadayım,
size bir kelebek masalı anlatmayacağım,
bu hamam böceğinin öyküsü,
ben bir öyküntüyüm..

zihnim ayaklarımda ve geçtiğim yollar benim bilincim,
kafamı koparmaya yeltenecek mideniz karşında ben,
o olmadan da yaşayabilirim!
-topukladığım belleğim-
sınamaya olan düşkünlüğünüz karşısında ben,
susuzluğa zaafım karşılığıyla vahşi"leş"ebilirim..

..ben bir pisliğim..
tek atımlık hakkınızdan önce sormanızı istediğim,
ben,
size değer miyim?

16 Şubat 2012 Perşembe

dolu gözüm toprağı yıkıyor..


ben ne zaman neşeyi indirsem yüzüme,
solucanlar basıyor mermeri..
ölü ve zorbalanmış..

bana gül deme!!

3 Şubat 2012 Cuma

dürtme beni, gece basarsa ilk seni ele veririm..

bunun tartışılacak bir yanı mı var, bir yalanı daha ne kadar evirip çevirip, o köşe senin bu köşe benim yaslayıp seyredebiliriz ? hem ne gereği var, ben değil miyim her sözünüze inanan.. yalanlarınıza inanan da benim.. üstelik attığınız taklaların hesabını tutabilecek bir bilinçle..

ama ya siz, kendinizi temize çekmek için,
hem siz neden benden duymak istiyorsunuz ki sizi?

inanç, o ulu sözcük.. böyle dememiş miydiniz "inanmak olmaktır"
inancım olmanız, kafi değil mi?

yok-sa siz!!
boşverin..

31 Ocak 2012 Salı

*-*

biz kumru değiliz ki,
neden susuyorsun?




19 Ocak 2012 Perşembe

korkunç komik..


kendi acısına dahi yabancılaşıp, her kimse için başka bir yaşam öyküsü yazabiliyorken insan.. ne hissettiğini, neyin içinde, ne için bu denli bilmezken; empatiyi, dayanışmayı, teselliyi, hatıratları,anekdotları, fotoğrafları anlamsız buluyorum..


iki tükürük sözcük bırakabilmek! için, çektiğim ağız kokusu..
üstelik ne-den?


insanım korkunç, anıları komik..

6 Ocak 2012 Cuma

yaşam-ak çekmecem..

Göğsümde bir delik, bal tükürmekte.. insan anısından vurulmaz ki! almış olduğun nefes, doldurmuış olduğun zaman, belki tebessüm ettiğin bir bakış.. zemin bahçende pusuya yatmış, pimi çekilmiş, tam öyle hazır bekler gibi doğru yeri, birden bire ..
Avcumu yumruk yapıp basarken akan onca şarkı. hepsini burada tutmuştum, belleğim daha yukarılarda, nöronlarım arasında değildi de, hani hep yük gibi taşıdığım göğüs kafesimde pişmeye bırakılırmış gibi kendi kendilerini.. şarkılar öyle usulca, nasıl da sıcak akıyor ve bana hala bir şey anlatmıyor notalar..
Nasıl mutlu oluyordu insan? hangi çarşafın altında, hangi anıya gitsem topuklarımın buluştuğu, hangi yana kıvrılı uyuyor düşünsem kendimi, bu bir rüya olur?" kan bozar" desem, "kan, rüyayı bozar" . gözleri ufsun, dumanlı kadınlar gibi, fısıltı sesim, kara bilgece.
Göğsümde delik, şarıl şarıl kahkaha sesleri boşalıyor.. Bunlar benim de değil, o filmlerden.. başını çevirsen de terk edemeyeceğin, sonunu bilsen de vazgeçemeyeceğin.. kaç adamın, kaç çocuğun, kaç kadının kahkahası karışmış.. hayır, elbette yalnızca hüznü yetiştirmiş değilim, orada gözleri camdan duran o kız, inanın o benim çocuk yanım değil!
Ama hüzün de geliyor, turunçgil hüzün.. hani, sanki yıolu varmış, aşısı varmış da meyveye dönmeye, kenarda süs diye bırakılmış, oldurulamamış.. bir köklü, bir yavan.. onu da demiştim, şiir söyleyememiş, onu demiştim..

"lunapark kapandı, yaz bitti bu arada.
zeytinlere doğru vakit.
hazandan dertli değilim ancak;
bana laf söyleyenin,
turunçtan alamadığı ne"

neydi derdim, güze inat, zümrüt yeşili haliyle duruyor diye karşımda, ona dört mevsim yaz..
kim neylesin turuncu?

Al işte düşüyor göğsümden tane tane, acı acı.. pek de bir şey kalmadı olsa olsa bir el kadar kitap, kopuk ezberimden derlenmiş..
Ey göğsüm, gerdanım diye gere gere tutarken cümle aleme, meğer sende biriktirmişim, nasıl da zift, oluk oluk mürekkep, kana yatıpta beklemişçesine ağdalı.. tanıdık bu parağraflar, kursağımda kalan kitaplardan..
Ve şimdi hepiniz bir anım, bir nefesim geri tepip vurdu diye beni, açtı diye göğüs kafesimde bir delik, siz şimdi tekmili birden terk mi eylersiniz beni?
ben kime güvenmiştim o soluğu alırken?
fotoğraflar, rengarenk kareler.. dondurulabilir sanmıştım değil mi, böyle bakmıştım karelere tebessümle.. yüzümün an yaşını bırakıp, takıp takıştırıp gözlerime; feri söndüğünde bile gülüyor dursun diye..
Hem kalabalık, başını alan gitmiş.. ne çok taşımışım.. adını hatırladım mı şimdi bu kadın kim, öyle eller bellerimizde, sevmişiz belli birbirimizi, belki birer şiir armağan etmişiz.. ama adı yok.. ne işi var yabancıların göğsümde? Hangi anıma güveneyim şimdi, kim çıkıp vurdu beni..
İnsan kendine ihanet eder mi? Bile bile bir çam alabildiğine uzarken, kökünü de diplere kazar.. insan bile bile yaprağı diken , göre göre bir çam diker mi göğsüne.. hem bir çam iğnesi, bir göğsü böylesi deler mi?