31 Temmuz 2012 Salı

kalp şakırtısı


seninle yıldızlardan beş taş oynayalım,
biliyorsun bir karınca kadar küçük ve güçlü olabilirim sarılmak gerekince.*

mutsuz kadınlara zaafım var anne,
kalbi kırık..
kalbi "var" kadınlara..
belki bağrına taş basmayı seçtiğinden,
korkuluk kadar can var bende..
biliyor musun bir kadın "kalp" dediğinde sırtım poyraza yenik bir pencere..
kaburgalarımın acısından anne,
acıdan,
her kalp sesine hülyalı kapılmalarım var..
belki sen amazonları bilmediğinden,
sol göğsüm "yok" sayıyorum ben de..

bilmelisin ölürsen diye değil de,
kalbini kırarlar da ya çatlarsa altın kasen;
çaaaatlarsa bir kadın kalbi orta yerinden diye,
ödüm koptu,
kopuyor yine..

beni böyle dikiş tutmaz, kervan geçmez, özlemekli doğurmamalıydın belki de..


30 Temmuz 2012 Pazartesi

:)

aşk, kılık değiştiriyor,




yerini değiştiriyor da,
yitmiyor..

27 Temmuz 2012 Cuma

sus pus


sis altında canlar gözetiyorum,
kar-altında  bir kuş severek..
-ona bir ad koymayalım-
dalın yalnızlığı kırılıyor,
görüşümü kuşkulayarak..
üşütüyor diyorum,
kar..
-bazen her söz us yanılgısına delalet-

pus camda yuva açıyorsun,
gözbebeğine öykünürken mercek..
-renklerin gürültüsüne kanmayalım-
ufkum dört köşeye sığışıyor,
ezber sözcükleri ayıplayarak..
üşütüyor diyorum,
kare..
-bazen her şey göz yanılsamasından ibaret-


Fotoğraf- Sercan Ökten


Hakka niyet





çocuktum, izinsiz bahçelerde gezindim.. her kopardığım kiraz için ağacından özür diledim.. küsmedi, bir başka yaz aynı dalda hediyeler getirdi. şimdi bu şekerli kirazlar yabancı geliyor bana.. özür dilemeden avuçluyorum diye, belki de.. yiyemiyorum üstelik.. oysa dişiliğin tacı kiraz suyuna boyalı dudaklar..
bahçelerde izinsiz gezebilirim elbet, bir çocuğu içime hapsedemeyecek kadar geniş bir coğrafyası var düş yolculuklarımın.. başlı başına bir çocuğum hala.. ama bir kiraz alıyorsam daldan, ağacın haberi olmalı bundan. rızası olmalı bana ve özür dileyebilmeliyim, neşelenerek gelişinde bir sonraki bahar..

adımlar, korkaklar

dem koyu bir masal aklımda.. sözcükler, kağıt yüzüne düşmeye istemsiz, dönüyor dilimde.. dökülmüyor.. sonra bir şehir.. elleri, gözleri olan.. keşfine vardığım ama adım korkağı.. izliyorum.. iz, söz olmuyor.. yakışık almaz, alaca duruyor.. susuyorum.. 
içimde şu cümle dönüyor;
"orada bir çocuk, köpeklere taş atmayı öğreniyordu"


sonra işte her şey karışıyor..

.



bir kızım vardı, ellerinin esmerliğini düşünüp çamaşır suyuna yatardı. bir öykü için doğurmuştum onu..
o zamanlar kılıç ustası bir kadına aşıktım ben, hançer bilemeyi sevdiğimden. Kadınım, kılıçları kendinde denerdi. Salt acılı gösterişleri sevmez, derine uzanır, içini kılıcından seyrederdi. ustaydı.. ben cesareti sınamayı bilmediğimden yalnızca severdim.. bilenmekten incelirdi hançerim.
o kız, ağaç kavuğu olacağını düşünürdü.böylece alt edecekti tenini.. ben buluşmalarını istemedim  ama orman derindi..
Kadınım bir ağacı insana yontuyor;kız, bir ağaç olduğunu düşünüp,biçilmek istiyordu..
ben kızı doğuruyordum sürekli, düşük bir öykü için.. O sadece düşündüğünden yaşayamıyordu. çamaşır sularına yatıyor, beyazlıyordu.. kadın, kılıcı ile öyküyü biçiyor ve kıza denk geldikçe, alından çalıyordu.. kız, kanı çekildikçe beyazladığını düşünüyordu. Tenini alt edecek, beyaz olduğunu..
bilenmekten yitince hançerim, sevgiden de kimseye söz etmedim..

öyküden kılıç ustası kadın kurtulabildi..

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Daha Yavaş


Deniz yoklamasında, ölü bir kayık .. Adem sunağı boyanmışçasına kırmızı.. yedi yerinden bıçaklanmış..
tırnaklarını boyamak geçiyordu aklından sanki.. bilye gözlerinle, kan kokusundan ürkek bakıyorsun.. ko-r-kun bana bulaşıyor, yengeç adımlarla uzaklaşıyorum ardım sıra yürüyorsun. gözlerin karasından toprağı ayırmaya çalışıyorum " ne bakarsın" der gibi gözkapaklarını yumuyorsun. başımı öne eğerken artık kaldırımların tek parça olduğunu farkediyorum, küçük taşlar kolay oynuyor yerinden, beton geçiliyor kordon boyu..
merakı, duyurma heveslisi bir kalabalık birikiyor, herkesin gözü balıkçı cinnetinde. sıkılgan, bir ağaca oturuyorsun, ağacın dibine iliştirilmiş bir taşa da ben tünüyorum,bir tavuk gibi yapıyorum bunu.. yaban kalmak istemiyorum yanına.. bir sigara yakıyorum, yaralı kayığa doğru, onu bir vapur yapabilirmişçesine üflüyorum dumanı. " neden yaktın onu" der gibi bakıyorsun.. boynun uzanmış, boynun ki zifir içinde seçilen parlak bir yeşil, bir karınca görür gibi oluyorum gerdanında. seni bitli saymak işime geliyor. yine de bakışına yanıt " daha yavaş içmeyi öğrenmeliyim" diyorum. parmaklarıma yerleşik tütün kokusu yok henüz, dudaklarım dilimi ısırmaktan yorgun, turunç bir şeritle öpüşüyor. sana da bir simit ısmarlamayı düşünüyorum. mercan, ceplerimden dökülüyor. özürlerin gözünde beni daha da küçülteceğine inancımdan daha bir susup, bir nefes daha çekiyorum. birden arkadaşların geliyor, dalda bir fısıltıdır başlıyor.. bakkal hesabı karmaşıklığında, size aynı doğrultuda bakıyorum.. beni daha da bir küçümsüyor oluyorsun, sonra yok sayıyor.. önemli değilmişsin gibi yapıyorum, kulağıma bir midye dayıyorum, zillerini bozdurmuş bir ıslık çingenesi rüzgar.
karşıdan kar kanatlılar görünüyor, birden çoğalıyor kalabalık, sigaram izmarite döndükçe kayboluyorum içinde..
sen kanatlarını derine açıp, kar kanatlılar kapışmasına çıkıyorsun, hevesliler bu kez size kesiyor bakışlarını.
" güvercinleri gördünüz mü, nasıl da..."
ben daha da bir kayboluyorum, beton serseler üstüme, ses çıkarmam sanıyorum.. bir an kar kanatlarımı aranıyorum.. seni sevmedim, dergahı deniz martılara kafa tutuyorsun, kaldırıma bağlı ayakların utancına sığınacağına.. aranıyorum ve sen farketmiyorsun, çünkü sen martıların benim dilimde kar kanat olduğunu bilmiyorsun.. bir güven gelir gibi oluyor göğsüme.. neden sonra bir çan kargası düşüyor aklıma.. ben mabet olan her yerden kaçarken , onun çan altında yaşamışlığı.. oysa ikimiz de korkumuzdan çanları bellek sayıyoruz.
kayık son çığlığını balıkçının kucağına bırakıyor, sardalya ağıdı yayılıyor etrafa.. martılara bir simit ısmarlamak geçiyor aklımdan, sen bil diye martı diyorum.. mercan bozdurabileceğim bir kıyı ararken, şehre yeni eklenmiş bir kaya buluyorum.. " daha yavaş içmeyi öğrenmek" için bir sigara daha yakıyorum..
deniz yoklamasında ölü bir kayık, iki izmarit ediyor günlüğümde.. bir güvercin bile açıyor kanatlarını payı için, ben şimdi bunu unutmak için daha yavaş bir sigara yakıyorum..

Hatır


Türk kahvesi

İki  kaşık kahve  bir kaşık şeker  bir fincan su

Kısık ateşte aheste karıştırıyorum kahveyi, falım şimdiden şekillenmeye başlıyor.   Hafiften bir Çingene başını uzatıp, kokluyor gibi yaparak çıkacak ne kadar yol varsa bir anda soluğuna topluyor.  “Hayırsızdı, çıkmazdı.. vakti de geçmiş. Gidecek gibi olmuşsun da yolun taş koymuşsun” diyor.  Bir ceylanın sekerek fincandan atladığını görüyorum.  Ürküyorum birden ocağı kapatmaya yelteniyorum, elimi çarpıveriyor kadın. “Hayırdır, hayırdır”  bir kaşık ucuyla toplayıp köpükleri fincana akıtıyorum, kaşığın başı köpükle birlikte damlıyor fincana fincan ayna oluyor. Kahveyi  cezveden köpüğü bozulmasın diye ayna fincanın dibinden boşaltıyorum. “Nasıl bir çoşkudur ya rabbim” diyor.  5 parmağını birden ısırıyor.  bir yudumda dolduruyorum kahveyi yanaklarıma, yutkunacağım kalıyor damağımdan damarlarıma geçiyor, yüzümü geziyor. Gözlerimden akıtıyorum.  
 “Git kırk tas su dökün”,  avucunda ters çevirip fincanı soğumaya bırakıyor.  Elinden usul kan sızıyor.. kan önce kırmızı geliyor, kahveye dönüyor sonra zift olup damlıyor halıya..  “git uğursuz  ketum ,aynadan sökülene de bak.. bir bir anlatacağım git dökün”  çaresiz suyun yolunu tutuyorum, iki bakır avucun kavuşmasından şekil almış tası tutup  bir soğuk bir kaynar su döküyorum ..  saçlarım dökülüp her boş kalan gözenekten bir kozalak çıkıyor.  Su tükeniyor, yatağından ayrılıp bir adım atıyorum toprağa;  yeşil kadife bir elbise dolanıyor. Ayaklarımdan tutunup gerdanıma çıkıyor.  Dizlerimi kırıp çöküyorum odanın orta yerine. 
  Bir tur gezinip her adımında parmaklarından bir damlayı düşürüyor. Dökülen zift halıda başka başka desen ediyor. Bir tavşan seçer gibi oluyorum, bir mantara doğru koşmaya hazırlanır gibi sonrakinden bilenmiş bir kayaç duruyor,  sonrası uçurum kulaklarımda yankılanıyor düşen her zerrenin çığlığı sanıyorum ucu bucağı..  sonrası sırtıma kalıyor, ben daha bakmaya yeltenmeden başımdan bir kozalak söküp çıkarıyor Çingene. “mendebur, gördün mü ya gördün mü? işte o uçurum senin için. nasıl da döndü fincan aynaya, gör diye hep o kara deliğe bak da yüzünden, gözbebeğinden indiğin o yerleri yiyip yuttuğun zavallıları gör diye..  yazık bir tavşan, o zavallıcık da kanıp da düşmüş rüyadan senin harene doyar sanmış. Zehirli mantarın senin, tatlı dilin, çok sözün..şimalden çekiyorsun kendine, düşürüp düşürüp doğurmak için boşluğundan,  doğurup doğurup  yok saymaya  içini, nen var nen yoksa.”    

   Ters dönüyor ayakları bileğinin ucundan sırtıma yönelince  yumuşuyor sesi “ ah kınalım, güzel kızım vakitsiz yetişmişler sana, bir dereyi taşırmışlar boğulasın diye bir kurutmuşlar çatlayasın diye. Ah benim nilüfer yazgılım! dağlara yem etmişler de her parçanı çakallar önüne leş diye atmışlar. Onlar bile bilmiş seni ağızlarına koymamış, yutar da açılır içimiz, kıymetleniriz de dengesi bozulur toprağın, ah onlar bile bilmiş de…” bak o ceylan ondan kaçışmış.. bilmiş o da bilmiş ormana sızanları alaca kuşlar bildirmiş, atmacası, kartalı, sığırcığı her biri ona haykırmış. Yüreğinmiş ya kızım, ceylan kaçışmış. Kurtarmış ya kendini, kurtarmış ya..”  sırtımın ardına çömeliyor, dönsem yüzüne.. kafamdan çekip kopardığı tanenin acısından başımı bir önüme eğiyorum geri çekemiyorum. Yeşil kadife renk atar gibi oluyor, sararıyor sanıyorum, kirli beyaza dönüyor, açılıyor süt oluyor süzülüyor üstümden üryan kalıyorum.  
  Sırtımın iki yanından rüzgar geçiyor belli ki iki elini kaldırdı gökyüzüne parmaklarını, soluk almaya kalmadan sırtımı iki yana açıp "dinle" diyor "dinle". Kulaklarımı assınlar istiyorum, kağıt olsun da yırtsınlar, taş olsun da kırsınlar duyurmasınlar, duyurmasınlar bana… Parmaklarını şıklatıp halının üstünde yerine dönüyor,  bir fincana dudaklarına ha değdirdi ha değdirecek bir Çingene..  benim kadınım..   dönüp bakıyorum ona,  yeşil bahçede divanın üstüne uzanmış, albenili parmaklarıyla, süzgün gözleri, beyaz, bembeyaz teni..  saçlarım omzuma dökülüyor, üstümde pembe sardunya desenli elbisem..   pencereye çıkıyorum, güneş selamımı alsın diye yüzümü yakıyorum. Bir yanağım gonca veriyor.. bir bulut yolluyor önüme gölgesinden sokağa uzanıyorum..

Akdeniz Yenilgisi



Dönüş yolu

Maviyi devşirmeyi göze alamadığım günlerdi, dönüş vakti gittikçe yaklaşıyordu. Gemilere  ya da trenlere atlayarak uzaklaşamayacağımı, aslında ne kadar gidersem gideyim uzaklaşamayacağımı  daha bir anladığım günler.. Bir takas yapıldı, siyah benekli O’na karşılık ben. Kendimi terk ettim, anlaşma yoksunlaşmam üzerine yapılmıştı.  Şeftali ve kiraz ağaçlarını orada unutmuştum ya da taşıdığım bu beden ne kadar unutursa orada o kadar vakit yaşayabileceğine inanıyordum anılarımın. Orada değilim artık, bazı kaçak zamanlarda yine ürkerek ve tek başıma asla başaramayacağımı bilerek ayaklarımı uzatıyorum oraya. Tuzlu kumlar sarıyor, usul geçen gemilerin direklerine sarıyorum saçlarımı, bileklerimi toplayıp geri dönüyorum sonra.  Yaşıyor olmamın tek kanıtı kesildiğinde parmaklarım sızan kan. Pansuman yapmayı bilmiyorum, hastane kokularını bile orada bırakmış olduğumu anlıyorum.

Bir şehir

Bir tepeye koydum başımı, uzun zamanlarca uyudum. Okuduğum korku kitaplarını taşıdım düşlerime, uyanık kaldığım zamanlarda yine onlarla doldurdum. Bir farkı yoktu o sıralar, gözlerimin hangi aralık yittiğini, düşüp beni terk ettiğini anımsayamamam bu yüzden.   Birisi başucuma oturmuş “Uyan” diyordu. “Uyan”. Rüyaları bilmeden neden ayırmak ister ki bir insan diğerini, rüyalarımın sonu hep yıkıntılı bu yüzden.  Gerçeği ayırt etmek bunca kolay bu yüzden oysa ben puslu görüntüleri yaşatmak konusunda başarılı sayarım kendimi.  Kayıplara yetişecek gücüm olmadığından, akıp gidenleri hissetmemek daha kolay geliyor belli ki.

Dönüş yoluna girmeden önce

Maviyi bulduğum günlerdi, zaman göğüs kafesime ulaşmamıştı henüz. Portakalları seçiyor, kivi soyuyor ve sigaraya biraz daha alışıyordum. Her akşam porselen demliğimde tarçın ve zencefil uğurluyordu beni uykulara. Kısa sürede, acelem varmışçasına uyanıyordum penceremden sarkıp bahçeye, sokağa dalıyordum.  Kış ortasında işlemeli eteklerim ve çıplaklığı seçilemez bileklerimle biraz daha portakal seçiyorduk.  Fark ediyordum ki yalnızca kendime ait bir parçayla ben birden çok edebiliyordum. Mavi, çuvalındaki sözcükleri döktükçe daha çok sigara, daha çok zencefil daha çok portakal doluyordu odama.  Sunulmayanlardan türetmeyi en çok o ara öğrendim sanırım.  Yaratmayı çocukluktan severdim.  Onlara gidiyordum, müzik ve biraz dans.  Bir serçe kadar hafiftim, neşeleniyordum avuçlarım sahiplendikçe.  Yolları unutup yanlarına yatıyordum, soluk alıyordum, kalbim bir et parçası olmaktan öte bir şeyler çağrıştırıyordu. Yapabilirdim… Gün batımlarında dört tat bir arada ziyafetlerinden sonra kalbimin yalnızca bir et parçası ama orada attığı için değerli bir et parçası olduğunu hatırlamak için tanıdık yüzlerle dumanlı odalara kapanıyordum. Uzun süreler içiyor ama eve hep ayık ve yürüyerek dönüyorum. Biraz daha portakal?

Şehir

Üç mevsim değiştirdim. Her birine özensizce soyundum ve giyindim.  Etekler, şallar, hırkalar, bere. Ellerim yalnızca bir el artık, avuç içlerimi yüzüme çevirmek istemiyorum. Görülebilecek bir içim yok, boşluğu tanımlayamam. Mavi kaybolmuştu, onu biraz yaşayabilmek adına açtığım bir yara olarak atfettim zamana. Ormanda vurulmuş herhangi bir hayvan olabilirim, yaralı kurtulmuş. Kurtuluş…  Göğsümden sızan kan yavaşça tükeniyor, yolu göremiyorum. Avcıların kokusu birbirine karışmış artık peşimde olup olmadıklarını hissedemiyorum. Hisler, içgüdüler bir hayvanın daha doğru bir haritası yoktur.  Ve ben sürekli insan etmeye çalışıyordum, vurulana kadar. Belki bir intiharı meşrulaştırmaya çalışıyorum vurulmuş sayılarak.  Müziğin dilini kaybettim, sesler var yalnızca. Bedenimde, kafamın içinde gezinen, tepinen ve ayaklarımla eşlik ettiğim sesler. Hayır, bu uyum yeni bir dansın önsözü bile olamaz. Dans eden ayaklarımı orada bıraktım, şimdi yalnızca uzanabilirim bende kalanlarla.  Yükseğe daha yükseğe düşebilir miyim?

O günden sonra her gün
Yenildim…


Günce Son


Karıncalar

Kavanoz kapağını kül ordusunun sığınak olarak kullandığını fark ettiğim an reçeli aramaya koyuldum. Odamın ortasına kurulmuş Arap çadırının etrafında dolandım, kumları eşeledim. Çadırın içinde kanırtmaya meyilli gülüşler seçiliyordu, içeriden bir adam şiire başladı bu bir uyarıydı, oradan uzaklaştım.  Vişnelerin kökeni ile ilgili yanılıyor olmalıydım.  Uzun süredir açılmayan kapımın camlarının dile gelmesinden, bir sarmaşıktan daha alçakgönüllü bir tavırla etrafını kaplamış örümcek ağlarını bozmaktan, çıkması muhtemel gıcırtının masamın altında az önce uykuya dalmış yarasaları rahatsız etmesinden ürkerek kapıyı açtım, mutfağa doğru yol aldım. Yol üstündeki ısırgan otlarına dikkat etmem gerektiğini biliyordum, bir inat peşinde olduğumu anımsayıp onlara sürtünerek geçtim.  Tezgahın üzerine bırakılmış kırmızı bir gül gibi parlıyordu. Mutfağı kaplayan volkanik gölü yüzerek geçtim, ısırgan otlarının şişirdiği ayaklarım kolaylık sağlıyordu. tezgaha tırmandım, solmaya yüz tutmuş bir gül olduğunu anladım. Vişne reçelim bir karınca kolonisi tarafından ele geçirilmişti. Karıncaları yemeyi düşündüm. Bir peygamber çıkageldi, adlarının ve hikayelerinin yazılı olduğu kitabı bir önceki gece etrafı ışıtması için odanın tavanına astığımı hatırladım. Ondan ne isteyebileceğimi bilmiyordum. Peygamber porselen tabağımı göle doğru fırlattı, tabak on iki balığa dönüştü. Bunu hak etmiyordum. Karıncalara yol gösterdi, kavanoz iki parçaya ayrıldı ve karıncalar her bir vişneyi sırtlanıp, adımı lanetleyerek kıyıdan yürümeye başladılar. Balıkların sırtında süzülerek uzaklaştılar.
Peygamber göle atladı..

 Bir kavanozluk reçel yapmaya koyuldum. Ayaklarım beyazdı, ısırgan otları yoktu odamda kitaplar sakince beni bekliyordu. Kavanoz kapağını çöpe attım. Küllüğümü buldum ve kavanoza yeni bir kapak uydurdum. 
Karıncaları bekledim.

Denge
Ellerimin acı rengini gövdesinden doğduğum o incir ağacından ödünç almıştım.  Diyetini parmak uçlarımı kurutarak ödüyorum.  Bir gün o oyuğa geri döneceğim, tırnaklarımda kan kırmızı, tırnak aralarım dördüncü kuşak katlinin izleri.  

Gerdanıma esmer kaçan ellerim..  bütün bu kibri açıklayabilir miydi?  Avuç içlerimden oyup kurduğum bu dünya dışını bu denli reddetmem yakıştırdığım bu adla açıklanabilir miydi? Bütün bunlar geçmiş miydi?
Masalları ayıklayarak başlamıştım.  “Zavallıcık rüyalarında sayıklıyordu”, sakınmadan konuşuyorlardı. İnancı ve duymayı reddettim.  Düşlerimde bahçelere indim, kuyular, çimenliklerin arasında, çiçekleri tek tek seçip göğe doğru inen kuyulara savurdum, yıldızlar düştü, sesler geldi, dudaklarımı öpüştürdüm. Sesler gitmedi.  Nehirleri ve gölleri bilek ölçümde ayırt etmeyi öğrendim,  parmaklarımdan dilendim, balıklar doğdu, saçlarımı gözlerime yatırdım, dinlendirdim, yosunlar açtı. Kurtlar, pamuktan evler, saçlarının sarısına ay bandığım küçük kızlar, tilkiler, maskeli balolar, kargalar, kayıklar…  ben düşlerken birileri kulaklarıma kına çaldılar, peygamberlerden söz açtılar.  Masal bilmiyorlardı, bir masal dikemeden ölüyorlardı.  Onların peygamberleri vardı, koşuşturuyorlardı. Her zavallıcığa kondurulmaktan bıkkın peygamberler, düşlerime sızıp kuyuyu toprağa ekiyordu.  Fareler geldi, adamlar, uğultular,  orman açıldı birden, karıncalar bastı, kuşları işittim, mermi gibi çakılıyorlardı. Gürültüden coşan sular şelaleye dönüyordu.  Çoğalan her şey beni korkutuyordu,  uyumadan önce dudaklarımı dikmeye karar verdim. İlk iğne iplik cinayetim.

Yaşama direndim, kağıtların kokusu peşinde sürüklüyordu ve beni bir kulübeye çıkaracak yolun onların peşinden gitmek olduğunu seziyordum.  Yürüdüm, koştum, sapaklardan döndüm, adımladım, karıştım, kayboldum peşinden ayrılmadım. Kağıtlara inandım ve sözcüklerden o kulübeyi yetişmeden kurmam gerektiğini anladım…  Sözcük olmak nasıl bir şeydir, tasavvur edebilir misiniz?  Hiçbir gün delirmedim.. insanları görmedim ama kör değildim, çok anlatıldı duymadım ama sağır değildim, yaşattılar hissizdim ama ölü değildim.  İnsanları, anlatılanları ve yaşamayı unutmadım. Fark etmediler.. Her gece dudaklarımı diktim, uykuların gün içinde yerini değiştirdim, her rüyadan cebimde bir kavanoz dönüp geldim.  Bildirmedim, ele verilmedim. 
Bir denge oyunu bu, incir ağacından doğmamış olsam bilemezdim. 
Karıncaları doyurmak borcum… bir masal yazmalıyım.

VI


Gün sonu

Kutumun bedelini ödemiştim.  Kızıla yetiştim, karanlık basmadan evime ulaşmalıydım.  Dağınık sokağı adımlarken gözlerimi bir an olsun yere indirmedim, selamının son demlerini yaşayan güneşin artıklarını izledim. Bir kadın, kaldırıma inat yeşermiş bir ağacın (her bir ağacın adını bilmeyi ya da adlarını koyabilmeyi ve unutmayan şu zihnime işlemeyi ne çok dilerdim)  bahar nasiplenmiş dallarına dokunuyordu. Kadın olmasa belki ağacı seçemezdim, dala uzanıyor ve bir çiçeğe dokunuyordu, -tebessüm mü yoksa dala uzanmanın güçlüğünden mi bilmem- kıvrılan dudaklarını izledim. Kadına aşık oldum.  Kimsenin ona aşık olmadığını, o an kimsenin, dokunduğu çiçekten başka kimsenin ona teslim olmadığını, o kadının gelecekten bir günüm olduğunu bilerek aşık oldum, adımıza sevindim  ve yoluma bakmaya devam ettim. 
  Zile basmadım..  birilerinin evde olması, merdivenleri tırmandığımda kapının açık olması yontulmamış bir özlemi bastırırdı çoğu zaman bu kez yapmadım, anahtarla kapıları açtım ve kütüphanemin önüne yattım.  Kilimin üzerindeki kuşlara su verip vermediğimi anımsamıyorum, gözlerimi yumduğumda bir nehre dalmıştım, bulanık suda çok gece önceden yumurtlamış olduğum balıkları ayırt etmeye çalışıyordum. Çocuklarım benden kaçışıyordu, diğerlerinden ayırt etmek zor olmadı bunun için. Sol bileğim bir dal kavradı ve elime şefkate eş değer bir öpücük bıraktı. nehir yeşile bulanmak için parmağımdan yüzüğümü istiyordu. Firavun başını andıran yüzüğümü çıkarıp ince dala taktım.  Artık nehirde değildim..  Gelincik tarlası olmaya hazırlanan bir bahçe içindeydim, kalenin rahim boşluğunda isyan eden tomurcukların göğe açılma sancılarını hissettim.  Nisan geldiğinde o kan tarlasına bir kez daha ineceğim.  zamandan anladığım sadece bu.. Nisan..
bir hışım odaya açılıyor gözlerim. Kitaplar suyun yüzüne çıkmış, güvercinler kapışıyor. “Durun” diyeceğim ağzım bir dolu atkestanesi döküyor orta yere.  Çınarlı o yolu yürüdüğümü anımsıyorum, bir ara ağaçları yutmuştum kim bilir.. kara parçalarını odaya taşımam yasaklanmıştı. Ve ben uysallık üzerine bir antlaşma imzalamamış mıydım? Ele veriliyorum, saçlarımı mercanlar basıyor, bir mürekkep balığı sol baldırımdan sıyrılıp huzursuz bakışı ile kınıyor beni. Tüm kollarını alnımda birleştirip uğultu duasını okuyor.. başımı ayırıp boynumdan bütün topraktan sökülüyorum,bir solucanım artık..  çamur oluyor önce su, sonra paklıyor kendini, daha derin bir kumsala yüzüyorum. Bu kez ciğerlerimin altından bir inci çıkarmamı istiyorlar.. sancıyorum..  ametist doğuruyorum önce ciğerimin bir parçasını kesip inci ile takas etmesini diliyorum. Eğer çok derinden dilersen ve çocuksan dileklerinin kabul olacağını söylemişlerdi bana.  Neden unutmuyorum? Onunla baş başa kalıyoruz. Gövdeme sardığım ametist parçayı uzatıyorum, yaklaşıp uzaklaşıyor.  “Duum duum” yutuverecekmiş gibi geliyor, zamanımın azaldığını, başımdaki her parçanın tek tek isyana teşvik edildiğini hissediyorum. Yeterince erken dönemezsem onu alıp bir efsaneye gömecekler, kesik baş.. bir solucan olarak bedenimi keşfetmek yormuyor, bedenimde hüküm süren işte şimdi karşısında yasalarını bilemediğim, koyamadığım o kalbin hakkımda verebileceği herhangi bir kararı duymak ürkütüyor. Kaçamayacak olmak.. o her şeyi görüyor..  bir daha yaklaşıyor ametisti yutup, incelmiş gövdemin orta noktasına bir inci fırlatıyor.. küfür gibi..  inciye kıvrılıp yuvarlanarak boynumdan çıkıyorum. Mürekkep balığının midesine yuvarlanıp inciyi yerine bırakıyorum. Başım boynumla buluşuyor.  Güvercinler az önce kaçırdıkları ziyafetin huzursuzluğunu kitaplarımdan parçalar yutarak geçiştirmeye çalışıyor. “Durun!”

Defterimi açıyorum..  her yazmada el yazımı değiştirme zorunluluğu yüklüyor bu bana.  Bir önceki sayfanın yazarının ben olmadığım ilanından sonra notlarımı düşüyorum.
1.      Antlaştın sen su ile
2.      Karaya basan ayaklarından arınıp gelmedikçe eksileceksin
3.      Kimlenemezsin!
Güvercinler pencereden sıyrılıp uzaklaşıyor, yaralı kitaplarım avuçlarımda kalakalıyoruz. Şimdi koparılmış her sayfayı anımsamam ve yeniden dikmem ve onları yalnız bıraktığım için özür dilemem gerekiyor. Yaşam adına özür dilemek..  gösterdikleri şefkate karşılık beni her zaman özürlerle affetmiyor, karınca masalını yazmam için kinayelerde de bulunuyorlar. İtirafa sürüklüyorlar..  kuyuma kanatlanıyorum. 

V


kapak yuvarlandı bütün bekledim yokuşun sonunda kaçınmadım bu kez. durdum başımdan geçmesini bekledim.. yokuşu tırmanmaya başladım sonra.. bir adım iki adım.. parmaklarımın saymaya yetmeyeceğini anlamıştım yol uzundu.. gocunmadım.

Bay Schulz'un Tarçın Dükkanından içeri usulca girdim, kulağımın sesini kıstım. etrafta yayılmış fısıldaşan kitaplara göz süzdüm.. aşırılmış notlar defterimi açtım.. Sek Sek oynayarak Tarçın dükkanında bir tur attım..  gözeneklerimin çelik ile dolduğunu hissettim.. Tam o an bir kitaba kulağımı dayamıştım “rüya dedim sana” rüyaların ele avuca sığmaz oluşuna bir kanıt; gökyüzünden süzülen bir kitap yüzümü yalayarak dudağıma indi, yakışına gülümsedim. Boynumda durdurdum onu ve baktım “Patagonya’da”  her yer uzak geldi bir an, iki adım ötemle aramla iki gezegen boşluk varmışçasına.. onu ait olduğu yere bıraktım.  ”Sonra Bay Schulz seslendi “genellikle kitaplar göktaşlarına benzerler. Her birinin Anka kuşu gibi haykırarak fırladığı, her tarafının tutuştuğu tek bir an vardır. Biz onları o bir tek an için severiz, hemen arkasından küle dönüşse de.” Kapak kıstırmaya başlamıştı, bir süre daha buralarda oynayamayacağımı hissetmiştim göz kapaklarım bir ahunun sıçradığı nehirleri buluşturuyordu.  Kucağımda birikmiş olan göktaşlarıyla beş taş oynamak için, teşekkür ederek uzaklaştım.   Kulağımın sesini açtım ve dinginleşen soluğuma eş adımlarla devam ettim.  Dükkanı,ormanı,oyunları ve rüyaları özenle odamın içine dağıttım.. iklimime göre fincan paylaşacağım onlarla.. tarçın çayı, papatya, biberiye, hibiscus,zencefil,elma.. 
Eve dönüş yolumda ses tellerime kurulan kırlangıçlar gecenin sonuna yolculuğa* hazırlandı. Rica minnet oyalamak istedim, gitmeseler de susku ile kalmasaydım.  Uykularına gömüldüler..  birileri kulaklarıma tırmandı, bir insan olduğumu hatırlattı. Aylardan nisan olduğunu unuttum..  kapağın ışıklarına kapılıp karanlığa boğuldum..

IV


Yeşil çay

Bir noktayı buldum zamanın ortasına bırakılmış, bekleyişle devşirilmiş  küçük bir nokta.. kucağından tutup çekiştirdim gözbebeklerime yetiştirdim gün ışığını kısıp.  Gölgesini sevdim oraya bir zambak yakıştırarak, sağ avucumdan söküp iliştirdim. Kıvrılmak için bir yer açtım. Gün döner gibiydi, gözümden renklerin dağılışını biraz daha geciktirmek için kızıl oklardan sakınıyordum kendimi.  Porselen bir bardağı yoldaşlığa çağırdım, bir manifesto yazmalıydık. Birliğe direnmeyi, hiçlemeyi, öğrenilmiş çaresizliği yüceltmeyi barındıracaktı. Kendimizle çelişiyorduk.  Elimde boş bir bardakla birdim..  en çok beni affetmesini diledim, eşlik ettiği bu oyunlardan haberli ya da habersiz oluşu sorgulanmayacak bir biçimde kaydedilmişti. Bir nesne, yalnızca bir nesne olduğunu anımsamak için yeşil çay taneleri atıp içine kaynattığım suya bir tutam tarçın ekip dinlenmeye bıraktım onu .. kendimle ne yapabileceğimi düşündüm. Günün kurtarılabilir yanlarını arıyordum kıvrılabilmek için..  uykuya kapatılacak gözlerime zambak açıyordu.. noktayı aldım biraz daha çekiştirdim, gittikçe daha inatçı oysa gözbebeklerimden sızıp aklımın kalanını kapsaması için olmadık şarkılar bile dinlemeye razıydım. Hani şu duyduğunda üstüne sözcükler yakıştırıp da giydirmeye kıyamadığın..  gün bitti..  bardakta tortusunu bırakmış tarçın, yeşilin renginden de çalmış bir parça teslimiyetle aslında çayı ele geçirmişti.   Anlıyor muydum?

III


Tarif

Nişasta, çilek, şeker
Çilekleri ezip, şeker ve nişasta ile kaynatırken, el çabukluğu iki kaşık likör katıyorum.  Tezgaha bırakıp dumanı hafiflerken
Bir yandan süt, nişasta ve biraz şekeri ocağın üstünde karıştırıyorum.  Kristal tepsi düşüyor avuçlarıma, önce muhallebisini serip üstüne çilek sosunu teslim ediyorum. 
Mutfağın ortasında bırakıp tabakları, kaşıkları kilitliyorum dolaba.  Sokak usul usul mutfağa taşınıyor, süt şeker kokusu ile izinsiz çıkıp gitmiş uyuyanların uykularına ilişmiş, gözü uyku tutmayanların aklını çelmiş.. tutanı tutmayanı diziliyor, şafağı puslu sabahı kutsamaya duruyorlar.  Havalandırma boşluğundan sokağa atlayıp boşalan evleri, odaları hatmetmeye koyuluyorum.  Kimisi kokusunu bırakmış, kiminin saçları dökülmüş, kimi gözünü unutmuş.. ne kaldıysa günahlarından (çünkü onlar yalnızca daha büyük bir günah için arlanmayı göze alanlar) önlüğün cebine dolduruyorum. Gün ağarmadan  mutfağın kapısından girip seyreyliyorum, her biri sırt üstü düşüp kalmış orta yere, işaret parmaklarında karıncalar kahvaltı açmış..  bodrumdan ıslıkla çağırıp hamam böceklerini hepsini yataklarına taşımalarını istiyorum, karşılığında mutfağı açık bırakacağım.  Bir anda siliniyorlar mermer üstünden..  mutfağı paylaştırıp kısık ateşte bırakıyorum..

Çalınan anılarım yerine bırakılan tarifler, kimse işini tam anlamıyla yapamıyor. Tarife anımı karıştırıp böyle yarım yamalak. Vanilyasını bırakmamışlar bu kez tarifin, kim bilir hangi yüzyıldan anımsadım. Bir avcıydım.  Orman diplerinde konuşlanmış arıların izinde, tam da kovanların kokusunu almaya başlamışken birileri yönümü saptırdı,  bir avuç pupa tarafından kozalandım.  

II


    Soluğumdan is dökerek evleri yokluyorum.  Bulduğum her aralık kapıdan geçiyor, bilindik yüzleri henüz yanmakta olan kızıl damlalı kollarımla kucaklıyorum.  “Ben ölümün kanepeye uzanmış beyaz bir çarşaf olduğunu bilirdim, altında kimseleri görmedim” diyorum.” “Ne olur ses verin, sevmedim hiç sizi. Kimdiniz ya adınız.. ben öldürmediysem lütfen ölmeyin.”

 Konuştukça ben is kokusu sarıyor ölüleri, midem dönüyor ,taklacı güvercinler yerini dar buluyor.. bir cinayet işlesem kazırdım bileklerime, arıyorum beyaz silinmiş. Ya işlediysem de yangın da yitirmişsem, ya ben bildiğim her sesi dağlayıp da avuçlarımda devirmişsem. 

Saklanıp da soğuyacak bir yer aranıyorum, bir yandan helvalar pişirip badem niyetine gözler basıyorum üstüne.  “Kapatın kapıları,  kapatın!”  kimseler görmeden bir ben bilirsem ölülerin yerini, sorguya alırlar beni. Dudaklarımı söküp sökük konuşmaya zorlarlar. Nasıl anlatırım, ne söylerim.  Sesim giderse korkusundan denilir. Gider de gelmezse iyi, ya anlatırsa.. Ya peygamberleri sökerlerse 32 dişimden, ya tam çıkmazsam. Kırdıklarımın adreslerini isterler de ben sus kalırsam. Beni o odalarda ölmeye de bırakmazlar, yaşasam diye bakarlar. Bir tebessüm çıksın da katlim meşrulaşsın diye yanaklarımı oyarlar.  Acısam gam olmaz ya bir aralık çarşaf altına uzandıysam, ya ben ondan ölümün kökünü kurcalayamıyorsam.  Dudaklarımı alır da karnıma dikerlerse de ben yuttuğum her bir masalı bülbül gibi şakırsam..
Ya kim alır beni sorguya?
Kuzgun’u çağırırlar elbet, ah o bilir içimde kim nerde durur.. secdede başı uçurulmuş kimler ulur yatsı vakitlerinde o bilir gammazlar beni.  Yoluna harç ettiğini demez de saçımın lülesinden başlar sövmeye.  Kafir kılar beni. Kuzgun.. size söz etmiş miydim? Musallat olur fikrinize diye gizlemişimdir. ne karadır gözü, ne efsun..  bir baktım, sağ omzuma bir kuyu açıldı. Muskalar bastı koluma, hurafeler, sağdan başlayan dualar.. gitti geldi yuva kurdu.  Kondurulmuş saydığı meleklerin kanatlarından yolup, kendine bir kat açtı.. bir baktım daha göremedim.  Kıssalar dizdi boyuna, gece gündüz gezinip bir omzumda. “Al” dedi “vur başlarını riyakarların ”
 ölümün ceset tanıklığında meşrulaştığını bilmiyordum. Onlar mırıldanırken ben cümlemizi ölü sayıyordum.  Kınıma doladım dilimi, çıkmaz kılıç içinden dedim.  sağ omzundan tutup bir göğe çarptı bir yere..   gök acıdı kaçıldı, yer acıdı yarıldı.. kuzgun, gündüz düşlerime  ucu bucağı okyanus bastı..
ah onu çağırırlarsa.. 
o zaman kınından çeker  kılıcı bölerim dilimi..  susku bile etmem.. paçavraya dönerim..

bu ölüleri nereye gizlemeli,  evler uçuşuyor cereyandan şehrin kapılarını bulmam gerek. Dehlizlere inmem, surların sesine kulak verip geçitlere girmem.. kaç yüz yıl yürümem.. bileklerimi görsem tanırım, çentik varsa gider  koyarım başımı baltanın altına ya yoksa, ya üstüme yıkılmaya çalışılıyorsa bunca yüz(ki gözlerinden de çaldım parmak izim, irmik kokum)  ya sırf kundaklayayım diye bir cinnet anında nisanı.. 
Avuçlarımı açıp kalkıyorum rüyadan.  Başkaca bir parçam yok..



Nisan Güncesi - Kabus


 Rüyam..
Gövdeme yasla yüzünü, İs kalan yanaklarını ben öperim.
Bir ölünün ömürlük öpüşme tecrübesi vardır.
    İncir ağacının yanışını izlemiş miydin, kabus olabilir miydi bu? Yeminli zihnimden uçuşan peygamber külleri, yaprağına yazılı ayetlerinde yalanlanmış tanrı gözlerime yapışıyordu. Ateşin rengi neydi, göremiyordum. Cehenneme sütü dökülmüş, kaynar bulutlar dudaklarıma tırmanıyordu. Kırmızı yoktu, kırmızı..
     Susamış uyanarak, her yudumda vücudundan süzülen kimyasal kokularla, dudağım kanıyor olmasaydı rüyadan ayrıldığıma inanmazdım. Ateş tadım, kollarımda esmer kuşların ağırlığı yeniden atıldım yatağa.. bacaklarımda bir tuhaflık seziyor muydun, iki parçadan bir etmişçesine..  beni bu odada yatırmaman gerektiğini söylemiş miydim, tanık kokulardan ürktüğümü, bunun için dökünüp geldiğimi, her su birikintisinde bir boğulma umuduyla ayak izlerimi bıraktığımı.. gülünç oyunlar oynarken görüyor muydun beni, ya sek sek? Varlığım kanıtlanmaya gerek mi duyuyordu, neden konuşuyordum?   Eskitilmiş sokakları, piç bebeklerin naylon poşetlere sarılıp yakıldığı derelere akan sokakları unutmaya çalıştığımı, her adımda merdivenden düşerken ben, bir köpeğin baldırımda beni tadımladığını, dev aynayı defalarca kırıp tek çizik almadan sürünerek salona geçtiğimi, bir gün o salonda bilek senfonisini konser düzenlediğimi biliyor muydun?  Gecelerde ne yaptığımı mı bilmek istiyordun, gündüzleri yeterince boğulmuş görünmüyor muydum?  Döküldükçe ben güçlü görüneceğini bildiğimi, benim zaten görünmeye dayalı bir tasam olmadığını, küçük odalara sığdırılmış hayatları doğurduğumu özenle rahmimi diktiğimi, çoğalmaya tövbe edip ,saç diplerimden bölündüğümü, açık alanlara taşıp kaldırımları talan ettiğimi, katlettiğimi bilmiyor muydun?
Gece..
Rüyamla konuşuyordum..
“Çocuksun” diyor, gülüyorum..  Her gün biraz daha güler ölüyorum, bir kahkaha sonum olacak.. Bu kadarını bilmeye ne gerek var?  “baksana, güzel bir kız” çeviriyorum başımı, bakıyorum.. bir an içinde kuyular görüyorum, elmalar atılıyor içine, bir yılan yeşil başıyla arasından uzanarak sepetin  anahtar dilini çıkarıyor,elmayı yarıp geçiyor bir sonrakinin içine kıvrılıp kuyuya düşüyor,kıza gidiyor,açacak içini.. “evet” diyorum.  “Kıskandın mı onu?” çok soruyor ama hiç bilmiyor.. “hayır” diyorum “güzel olmayı hak etmiş yalnızca” başımı çeviriyorum, yalan söyledim aynaları kıskanıyorum kendimden. 
Gerisi boşluk diyor, gerisi yok.. Olan ne vardı düşünüyorum, kuşlar aklıma takılıyor, kollarımdan sökülüp aklıma tırmanıyor, “acıyor” diyorum. Acı var belki .. ama acılar geçiyordu, yoktu.. çiçekler geliyor sonra kollarıma açıyor, annem diyorum. Doğduysam annem vardı, annem kendini nakış ipiyle işliyor bir fiskosa yavşıyor.  Kirlenmesin diye gazete kağıdı seriyoruz üstüne, kollarım ve ben..  çiçekler reklam kutularına kaçışıyor.   Düşün şimdi diyorum, düşün..çok yorucu, “olan biten yok oldu” diyorum. .
Çocuğum..
Her şey olabilir gibi geliyordu, bildiğim hiçbir şeydi..
Çocuğum-u rüyamda yakıyorum..

3 Temmuz 2012 Salı

deneme bir ki

bak ben mutsuzum, iliklerime kadar kırgın ve suskunum..
bir kadın bana "ben yalnızım" dediğinde ödümü avuçlarımdan topluyorum.
korkuyorum tanrım, yalnız olamayacak kadar gencim.. olması gerekenin bu olmaması gerekliliğinden muzdaribim.. film kopuyor, gözüm kararıyor..
bir kadın yalnız kaldığında akıllarına fikirlerine er kişiler sı(ç)ıştıranları kusuyorum.. bir "kadınım" şarkısı yazılmadı namıma diye saçımı başımı yoluşturduğumu düşünenlerden sarhoşum.. o kadar ki adına yazıyorum, en az seni tanıyorum ve en az seni seviyorum.. yarattığın varsayılanları takip etmediğini biliyorum, aksi halde çok fena bir yoldayım bir ışık hüzmesi seçebiliyor olmam gerekirdi diye düşünüyorum.. biliyorsun pek alaycı bir lisan kuramadım, kıçımla gülebildiğim olmamıştır hiç.. tanrım bazen küfürbaz olmanın incelikleri hayat bilgisi dersine konu olabilsin istiyorum!

sen anlarsın diyorlar, bunun için kısa kesiyorum!