Türk kahvesi
İki kaşık kahve bir kaşık şeker bir fincan su
Kısık ateşte aheste karıştırıyorum kahveyi, falım şimdiden
şekillenmeye başlıyor. Hafiften bir
Çingene başını uzatıp, kokluyor gibi yaparak çıkacak ne kadar yol varsa bir anda
soluğuna topluyor. “Hayırsızdı,
çıkmazdı.. vakti de geçmiş. Gidecek gibi olmuşsun da yolun taş koymuşsun”
diyor. Bir ceylanın sekerek fincandan
atladığını görüyorum. Ürküyorum birden
ocağı kapatmaya yelteniyorum, elimi çarpıveriyor kadın. “Hayırdır, hayırdır” bir kaşık ucuyla toplayıp köpükleri fincana
akıtıyorum, kaşığın başı köpükle birlikte damlıyor fincana fincan ayna oluyor.
Kahveyi cezveden köpüğü bozulmasın diye
ayna fincanın dibinden boşaltıyorum. “Nasıl bir çoşkudur ya rabbim” diyor. 5 parmağını birden ısırıyor. bir yudumda dolduruyorum kahveyi yanaklarıma,
yutkunacağım kalıyor damağımdan damarlarıma geçiyor, yüzümü geziyor.
Gözlerimden akıtıyorum.
“Git kırk tas su
dökün”, avucunda ters çevirip fincanı
soğumaya bırakıyor. Elinden usul kan
sızıyor.. kan önce kırmızı geliyor, kahveye dönüyor sonra zift olup damlıyor halıya.. “git uğursuz
ketum ,aynadan sökülene de bak.. bir bir anlatacağım git dökün” çaresiz suyun yolunu tutuyorum, iki bakır
avucun kavuşmasından şekil almış tası tutup
bir soğuk bir kaynar su döküyorum ..
saçlarım dökülüp her boş kalan gözenekten bir kozalak çıkıyor. Su tükeniyor, yatağından ayrılıp bir adım
atıyorum toprağa; yeşil kadife bir
elbise dolanıyor. Ayaklarımdan tutunup gerdanıma çıkıyor. Dizlerimi kırıp çöküyorum odanın orta yerine.
Bir tur gezinip her adımında parmaklarından bir damlayı düşürüyor. Dökülen zift
halıda başka başka desen ediyor. Bir tavşan seçer gibi oluyorum, bir mantara
doğru koşmaya hazırlanır gibi sonrakinden bilenmiş bir kayaç duruyor, sonrası uçurum kulaklarımda yankılanıyor düşen
her zerrenin çığlığı sanıyorum ucu bucağı..
sonrası sırtıma kalıyor, ben daha bakmaya yeltenmeden başımdan bir
kozalak söküp çıkarıyor Çingene. “mendebur, gördün mü ya gördün mü? işte o
uçurum senin için. nasıl da döndü fincan aynaya, gör diye hep o kara deliğe bak
da yüzünden, gözbebeğinden indiğin o yerleri yiyip yuttuğun zavallıları gör
diye.. yazık bir tavşan, o zavallıcık da
kanıp da düşmüş rüyadan senin harene doyar sanmış. Zehirli mantarın senin,
tatlı dilin, çok sözün..şimalden çekiyorsun kendine, düşürüp düşürüp doğurmak
için boşluğundan, doğurup doğurup yok saymaya
içini, nen var nen yoksa.”
Ters
dönüyor ayakları bileğinin ucundan sırtıma yönelince yumuşuyor sesi “ ah kınalım, güzel kızım
vakitsiz yetişmişler sana, bir dereyi taşırmışlar boğulasın diye bir
kurutmuşlar çatlayasın diye. Ah benim nilüfer yazgılım! dağlara yem etmişler de
her parçanı çakallar önüne leş diye atmışlar. Onlar bile bilmiş seni ağızlarına
koymamış, yutar da açılır içimiz, kıymetleniriz de dengesi bozulur toprağın, ah
onlar bile bilmiş de…” bak o ceylan ondan kaçışmış.. bilmiş o da bilmiş ormana
sızanları alaca kuşlar bildirmiş, atmacası, kartalı, sığırcığı her biri ona
haykırmış. Yüreğinmiş ya kızım, ceylan kaçışmış. Kurtarmış ya kendini,
kurtarmış ya..” sırtımın ardına
çömeliyor, dönsem yüzüne.. kafamdan çekip kopardığı tanenin acısından başımı
bir önüme eğiyorum geri çekemiyorum. Yeşil kadife renk atar gibi oluyor,
sararıyor sanıyorum, kirli beyaza dönüyor, açılıyor süt oluyor süzülüyor
üstümden üryan kalıyorum.
Sırtımın iki
yanından rüzgar geçiyor belli ki iki elini kaldırdı gökyüzüne parmaklarını,
soluk almaya kalmadan sırtımı iki yana açıp "dinle" diyor "dinle". Kulaklarımı
assınlar istiyorum, kağıt olsun da yırtsınlar, taş olsun da kırsınlar
duyurmasınlar, duyurmasınlar bana… Parmaklarını şıklatıp halının üstünde yerine
dönüyor, bir fincana dudaklarına ha
değdirdi ha değdirecek bir Çingene..
benim kadınım.. dönüp bakıyorum
ona, yeşil bahçede divanın üstüne
uzanmış, albenili parmaklarıyla, süzgün gözleri, beyaz, bembeyaz teni.. saçlarım omzuma dökülüyor, üstümde pembe
sardunya desenli elbisem.. pencereye
çıkıyorum, güneş selamımı alsın diye yüzümü yakıyorum. Bir yanağım gonca
veriyor.. bir bulut yolluyor önüme gölgesinden sokağa uzanıyorum..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder